keçinin insanı, insanın keçisi

Longo Mai’de bir tuvalet kapısı. Üzerinde yazan; “Çobanın kıçı her daim kekik kokar” *

Öyle midir gerçekten? Keçiler taze otlarla beslenmeye ve çoban da karnını sütle, çökelekle, yoğurtla doyurmaya başladığında evet. Çünkü süt kekik kokar. Taze biçilmiş ot kokar daha doğrusu. Kekik de bütün otları temsil etmeye en teşne adaylardan biridir. Ama hazır yemlerin süte nasıl bir koku vereceği hem muamma hem de şiirin yakınından bile geçmiyor. Üstelik fiyatları katlanarak arttı. Sebzecinin, pikabıyla haftada bir gün uğradığı bu dağda, süt mevsiminde çobanın temel besini süt, un ve onlarla yapabildikleridir. Bu sayede artık kilosu 5-6 lirayı bulan sebzelerin parasını hangi cebinde bulacağını da düşünmez.

Yaşadığım coğrafyanın yaklaşık 160 yıldır mimarlarından biri de keçiler. 160 yıl olduğunu burada yaşayan bir köylünün soy kütüğüne bakarak öğreniyorum. Kütük, Yörüklerin gelip bu dağlara yerleşmeye başladığı tarihi gösteriyor olmalı. Yörüklerle ilgili yazılı anlatılarda da bu tarih doğrulanıyor. Yazdığım 31 yazıya konuk olmuş keçiler. Ne kadar az, oysa her şey keçinin gevelediği; bitkiler, mantarlar, toprak, gökyüzü. Böyle bir işçilik görülmemiştir. Sadece bunlarla da kalmıyor, insanı da biçimlendirmiş keçi; yatmak, kalkmak, yemek yapmak, arkanı dönüp başka bir işle uğraşabilmek keçinin iznine tabi. O kadar iç içe geçmiş hayatlar ve birbirine bağlanmış ki keçiyle insan, insanın elinde bir değnek olmasa kim kime hükmediyor çoğu zaman seçemiyorum.


Siz ne yaparsınız bu dağda?
Biz keçi besleriz.


Oğlak, memelerin, coğrafyanın diliyle biciğin peşinde…

Keçi’nin evcilleştirilmesinin tarihi yaklaşık 11.500 yıl önceye gidiyor; Yabani Bezuar keçileriyle başlamışız işe (Capra aegagrus aegagrus). Akrabaları Toroslar’da hâlâ yaşıyor ve ne yazık ki kimi zaman avına da izin veriliyor. Kendi hâline bırakıldığında 15-20 yıl boyunca, başında yaşlı bir dişinin olduğu topluluklar hâlinde yaşıyorlar Bezuar keçileri. Üreme dönemleri dışında yaşlı ve güçlü tekelerin tek tek veya 2-3’lü gruplar hâlinde yaşadıkları görülebiliyor. Gebelik 5 ay sürüyor ve genellikle mayıs ayında doğumlar gerçekleşiyor. Doğumlar tıpkı evcilleşmiş keçilerde olduğu gibi çoğunlukla ikiz oluyor. Yapılan araştırmalar sadece Yabani bezuar keçilerinin değil dünyanın farklı yerlerinde farklı keçi türlerinin evcilleştirilmiş olabileceğini ileri sürüyor.

Keçinin en uslusu bir sürüde yaşamayı öğreniyor, insanın en uslusu bir toplulukta yaşamayı öğreniyor. Öyle olmalı, çünkü bütün bunlar olurken hâlâ avcı-toplayıcı yaşamlarına devam edenler vardı, keçilerin kimi de insana yüz vermedi. Dünyanın iklimi güzelleştikçe yabanıl insanların kurduğu kamp alanlarının sayısı artsa da, hiçbiri barındırdığı insan nüfusu açısından ilk kalıcı yerleşimler kadar kalabalık değildi. Bu kalabalığa ayak uydurmak hem insan hem de keçi için çok zor olmuş olmalı. Kalabalıklar hâlinde yaşamayı ve bunun bedellerini ödemeyi neredeyse birlikte öğrenmişiz gibi görünüyor.


Kaç yaşından beri uğraşıyorsun keçilerle?
Çocukluğumdan beri.


İlk yerleşimleri oluşturmaya başladığımızda dünya birkaç yüzyıllığına yeniden “Geç Buzul Çağı” adı verilen bir döneme girmişti. Kimi bu dönemde tekrar avcı-toplayıcılığa dönerken kimi yerinde ısrar etti. İçinde yaşadığımız hikâyenin tamamı değilse de büyük bölümü ayaklarımın altındaki toprak parçasının da dahil olduğu, “Bereketli Hilal” adını verdiğimiz bölgede filizlendi. Bir müşkülden yeni çıkmıştık, geriye baktığımızda zoru görüyor olmalıydık, hem insan hem keçi. Güneş iliklerimizi yeniden ısıtmaya başladı, yağmur ne zaman geleceğini önceden belli eder ve sözünde durur oldu, toprağa düşen tohumlar canlandı, evcilleşmeye başlamış olan keçilerin boku fideleri besledi, barınakları ısıttı. 20-40 kişilik geçici kamp yerlerinden 500 kişilik çömlekçilik öncesi köylere sonra nüfusu 10.000 kişiyi bulabilen ilk şehirlere, hikâyemizin sapabileceği milyon tane yol vardı ama her şeyin birbirini beslediği, olabileceğe olur veren bir andı bu. Belki daha önce de, -ki öyle olması çok muhtemel- tarım yapmayı yani evcilleştirmeyi deneyenler olmuştu, ama iklim hiç bu kadar tutarlı ve yumuşak başlı olmamıştı ki, niyetlerinde sebat edebilsinler. Bugün çoğunlukla çalışmayan eski takvimlerin tutulmaya başlandığı ve gün be gün doğruluğunu kanıtladığı zamanlardı. Ve şimdi uzayda gezinebiliyoruz. Ne hikâye ama. İşin tuhafı keçilerin bokunun da bu işte çok büyük bir payı var. Sürekli aynı toprağa tohum ekmek eğer hayvan gübreleri olmasaydı hiç başarılabilecek bir iş değildi.


Çocukken keçilerle aran nasıldı?
İyiydi hep. Aynıydı, ebem giderdi, biz de giderdik gütmeye.


Sütün içindeki laktozu sindirebilmek için bedenlerimizde bir uyarlanımın gerçekleşmiş olması, evrim tarihimizde de keçilerin rolü olduğunu gösteriyor. Bu gen değişimlerinin insanlar arasında hızla yayılması, uyarlanım geliştiren insanların büyük bir avantaja sahip olduklarının kanıtı olarak görülüyor. Tabii sadece keçilerin değil sütünü aldığımız tüm hayvanların. Yine de hepimiz laktozu sindiremiyoruz. Avcı-toplayıcıların çıkınındaki çok sayıda yemişin yerini belli sayıda ve çeşitte gıdalara bırakması bize sütle anlaşabilmenin yollarını buldurmuş olmalı. Fermente etmek mesela. Bazı papağan türleri de kendileri için toksik olan besinleri yedikten sonra belli bir çeşit toprağı yiyerek toksinleri vücudundan atıyor. Birbirine çok yakın doyma çabalarıyla dolu dünya.

İlk nefes…

Normalde çökeleğini, yoğurdunu yapıyorsun, ama satmıyorsun. Buraya gelen herkes size “satmaz mısın?” diye soruyor, ne düşünüyorsun bu konuda?
Ne düşüneceğin? Olusa kendimiz yeriz. Fazla olusa, semtimizde bir yakınımız varsa onlarla yer içeriz.


Bereketli Hilal’de keçi ve koyun evcilleştirilirken, başka bir diyarda sığır, bir başkasında domuz evcilleştiriliyordu. Ama bizim kahramanımız keçi. Nasıl biz sütü sindirebilmek için marifetler edindiysek benzer bir uyarlanım keçilerde de olmuş, yemlerde oluşan toksinlere tolerans gösteren karaciğer enzimleri edinmişler ve yemlere bel bağlayabilen keçiler hayatta kalmış. Onların içinden de postuna, sütüne, kuraklığa tahammülüne, huyuna göre insanın ölçütlerine uyanlar seçilmiş. Keçilerin yaban hayata çok çabuk adapte olabileceği söyleniyor. İnsandan ve insani etkinliklerden arındırılmış bir coğrafyada belki. Burada kaçanlar soluğu daha ırak bir çobanın sürüsünde alıyor. Tıpkı insan gibi bir sürüye katılmak istiyor, arkasını kollayacak arkadaşları olsun, biriyle iki kelime sohbet edeyim, bir Alıç ağacını birlikte silkeleyelim diyor belki.


Niye siz satacağım diye uğraşmıyorsunuz?
Aman, onlar yimeyen tayfa. Ne kendi yir, ne başkasına yedirir. Biriktirir südü, pazara götürür satar. Yo, yoooo, satmayız biz.


Aynı dönemde buğday, nohut, arpa, incir, mercimek de evcilleştiriliyordu. Ama ilk topluluklar tamamıyla tarıma bağlı değildi. Avcı-toplayıcılık yapmaya devam ediyorlar, yavaş yavaş da topladıklarının yerine ektiklerini, avladıklarının yerine evcilleştirdiklerini koyuyorlardı. Yine de yapılan araştırmalar, sanayileşme döneminden önce tarımın bir fazlalık yaratamadığını, yerelde üretilenin yerelde tüketildiğini ve sofraların birçok yerde toplayıcılık ürünleriyle süslenmeye devam ettiğini gösteriyor. Bununla birlikte olağanüstü durumlar karşısında -kuraklık, sel vb.- avcı toplayıcılığa dönen topluluklara da rastlanıyordu. Ancak çiftçiliğin üremenin kolaylaşmasını sağlaması zamanla yaşam biçimlerini kökten değiştirdi. Tarımsal ekonominin oluşması dünyanın farklı coğrafyalarında farklı zaman ve biçimlerde gerçekleşmiş olsa da aşağı yukarı 300 nesildir çiftçilik yapıyoruz. İlk çitçilerle aramızda ise 500-600 nesil var. Evcilleşme ve evcilleştirme işinde ustalaştık. Ama bu ilk başlarda bir karıncanın yaprak bitlerinden koruduğu bitkiden ödül olarak şekerli özsular edinmesinden çok da farklı değildi; birlikte evrimleşme, birlikte yaşamanın yollarını arama deneyleriydi; iki tür için de. Öyle olmalı. İnsan daha dünyanın efendisi değildi, yabanıl yaşama dair birçok kanıt ve anlatı hayvanları kendilerine eş birer topluluk olarak algıladıklarını gösteriyor. Dolayısıyla evcilleştirme denince insanın zalimliğine dair sahnelerin gözümüzün önüne gelmesi daha çok bugün ne gördüğümüzle ilgili.


Nasıl oluyor fazlası? Normalde bu sütün hepsi yavrular için değil mi?
Yoo yooo değil, yeni doğduğunda sağmazsan memeleri şişer keçinin, memesinden akar südü. Yavrunun emdiği şuncacık. Bir de yemi yidi mi südü fazlalaşır, yağlanır, o zaman az fazla sağarız. Süd yağlandığında fazla emerse, ishal olur oğlak.


Her canlıyı oluşturan ve mikroorganizma boyutundan başlayan ortaklık çoğu kez iki türün veya türlerin birbiri olmadan var olamadığı yaşama biçimlerini ortaya çıkarıyor. Ökse otu yayılabilsin diye tohumlarını kuşlara emanet ettiği anda artık göbekten bağlıdır kuşlara. Çoğu kez hayvanlarla ilişkimizi tek taraflı düşünüyoruz. O eski şafak vaktinde sadece biz keçilere bağlanmadık, onlar da bize bağlandı. Üremenin en büyük başarı olarak kabul edildiği hayvanlar ve düne kadar insanlar dünyasında soylarını devam ettirip, karınlarını bir avcı tehlikesi olmadan doyurabilmek için de katılmış olmalılar sürüye. Örneğin avcılardan saklanmak için geliştirdikleri düşünülen doğum sonrası plasentayı yeme davranışı, avcı baskısının az olduğu veya olmadığı evcil sürülerde daha nadir görülüyor. “Bazen yer” diyor çoban. Bazen yemek belki özgürlüğü karşılığında edinmeyi umduğu bir güvenin izidir. Belki de sürünün köpeğine güveniyordur. Arkada hiçbir iz bırakmadan hüpletir nasıl olsa. Ve nasıl insanların o gün yapmış olduğu seçimler bugün bizi bağlıyorsa bugünün keçisi de bağlanıyor imzalamadığı bir sözleşmeye.

Plasenta

Nasıl bir şey keçilerle ormanda tek başına dolaşmak?
Ben başka iş tutamam. Köyü de şehri de sevmem. İşte onları güdersin, ekine girmemeleri için başlarında durusun, ama ben hiç taş atmam. Taşla keçi güdülü mü? Bazısı böyle taş atar tarlaya girecek olduğunda, küfreder.
Sen keçilere nasıl seslenirsin?
Hooooo, deş deş, çır çır, ay ay.


Her çobanın ünülemesi farklı. Bir de arada pürrrrş veya pürrrrs, burrrrus diye bir ses, bazen de kulağımın yakalayıp yazıya aktarmayı beceremediği hemen kaybolan sesler çıkarıyorlar. Keçi bu sesleri duydu mu yönünü değiştiriyor. Hepsi değil. Kimi bariz bir şekilde duymamazlıktan geliyor, üstüne alınmıyor. Böyle anları kolluyorum, peşlerine takıldığımda. O sözleşme her ne idiyse sadece tabiatından değil, insanın üzerine düşeni yerine getirmediğinden emin, ayak diriyor keçi. Veya bana öyle geliyor.


Eskiden nasıldı “keçi gütmek” bu dağda?
O zamanlar bir sürü çadır vardı. Bu tepede 100 kadar çadır kurulurdu. Şimdi 3-5 kişi kaldık. Gençtik, çok gezdirirdik keçileri. Keçilerimiz de çoktu. Hazır yem almazdık böyle, ekin ekilirdi, burçak ekilirdi, beraber harman ederdik. Şimdi ot bitince hayvan doyamaz olur, yem veririz.


100 kadar çadırın kurulduğu dönemlerden kalma bir anıt, Çoban bakıları. 100-200 keçilik sürülere sahip olanlar uygun yerlere bu şekilde taştan kuleler inşa eder, sürülerini uzaktan gözler ve seslenerek yönetirmiş. Çoğu yıkılmış olmasına rağmen hala onlarcasının temeli ayakta.

Çobana anlatmakta zorlanacağım hile hurdalar doluşuyor kafama. GDO’lu yemlerin Türkiye’de satıldığı gibi mesela. Veya orman kesimleri yüzünden otlatacak yerlerinin azaldığına kızıp kızmadıkları? Söyleyemeyeceğim, soramayacağım, nabza göre cevap alacağım şeyler dilimin ucuna gelince yutuyorum. Yem kullanma zorunluluğu, geleneksel hayvancılığın belini kırdı kıracak. Geçmişte birlikte ekilen buğdayların, burçaklarının yerini alsa da çoğu çoban yeme para yetiremediğinden anadan, atadan kalma topraklarına buğday ekmeye devam ediyor. Ancak buğdaya yapay gübre veriyorlar, keçi gübresi yerine. Gübreyi satıp para kazanabildikleri için değil sadece, hayvan gübresi atarlarsa buğdayla birlikte çıkan otu kim temizleyecek? Geleneksel hayvancılık da tarım da emek yoğun işler. Günde iki kez keçileri gezdirmek gerekiyor. Kış ve yaz saati gündüzün süresine göre değişiyor. Sabah 8-12, öğleden sonra 3’ten hava kararana kadar. Yazın sabah mesaisi daha erken başlıyor. Bir nesil öncesi her evde en az 8-10 çocuk yaşarken buraların deyimiyle “malcılık” yapmak kolaymış, çiftçilik yapmak da. Bir çocuk kuyudan suyu taşır, diğeri yemeği pişirir, öteki bulaşığı yıkar, biri keçileri sağar, sonra ana babanın peşinde sürüyü gezdirirlermiş. Çocuklar arasında çobanlık bayrağını kime devredeceklerini deneyerek bulurlarmış. Bu işi en iyi kıvıran sürünün gelecekteki çobanı olacakmış. Olmuş da. Kendine bir sürü yapmış. Çobanlığın bu tepedeki son temsilcilerinden.

Artık kullanılmayan eski harman yerlerinden biri.

Çadırın ne olduğunu anlatalım istersen
He, çadırı ya taşla ya direklerle çevirirsin, içine konmak için. Üstüne naylon gerersin, onun üstüne de pür [çam iğnesi] atarsın. Kimisinin yazlağı, kışlağı olur. Yazın göçer yaylaya. Biz gitmeyiz. Eskiden keçileri önlerine katar yayan giderlerdi. Şimdi kamyonla taşıyorlar, iki kat ediyorlar kamyonun kasasını, yolda hayvanlar telef oluyor.


Hani neredeyse yüzyıllardır, kurduğumuz ilk köylerdeki yerleşimciler nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor, Yörükler, yarı Yörükler bu dağda. Sabahın ilk ışıklarıyla kalkıyor, eğer önceki gün fırsat bulamamışsa sarnıcın başına varıp suyunu çekiyor, çayını demliyor, bazlamasını atıyor, kahvaltısını yapıyor. Keçilerin bir başında bir peşinde nerede ot varsa oraya doğru güdüyor sürüyü. Silifke, gözetmediği Yörükleriyle/yarı Yörükleriyle o kadar övünüyor ki keçi heykellerimiz bile var. Yaşatılmak istenen bir gerçek gibi değil de nostaljiyle anılacak bir hayalet gibi duruyorlar yerleştirildikleri parkta. Çünkü az kaldı, bugün yarın keçiler ormanlarından edilip yarı kapalı/kapalı besi çiftliklerine tıkıldığında, tıkılamayıp yerini daha uysal hayvanlara bıraktığında heykellere bakıp bir zamanlar bu dağda ne çok keçi yaşadığına ah vah etmeye ihtiyaç duyanlar olacaktır.


Geçiminiz nasıl?
İyi. Hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Ekin ekeriz, benim kocanın babasından kalan tarlaya. Oradaki teynel (Defne) dallarını toplar, kurutur satarız. Gübre satarız. Kurban bayramında keçi.


Hem hayvancılık hem de tarım varlığını çok olma hâline borçluyken yaygın örgün eğitimle çocukların okullara taşınması ve şehre göz dikmesiyle bastonları hepten kırılmış. Üzerine köylülüğün aşağılanması, ucuz iş gücü olarak şehirlere sürülmesi, destek mekanizmalarından yoksun bırakılmak, orman kesimleriyle birlikte otlatmaya yasak alanların çoğalması da eklenmiş, beklenen kehaneti burunlarının dibine bırakmış. Durup durup kayıtsız gözlerle ona bakıyorlar. Burada andan başka bir şey yok. Ama bu “ânı yaşamak” öğüdünün ânı değil. Âna mahkûm olmanın ânı. Ancak onu taşıyabiliyorsunuz sırtınızda, yavaş yavaş, keçiler önde giderken; pürrrrs, burrrrus.


Ne yer bu dağda keçi?
Ne bulursa yer, ama taze olacak, elinin değdiğini yemez hoşuna gitmezse. Pıynar yer, kesme yer, baharın çıkan taze otu yer, mantar bulursa mantar yer, palamut, alıç. Otu, akşama kadar yese doymaz, doyması için çalı yemesi lazım. Baharın küspe [yem] versen de yemez, ne zaman ki otlar sararır o zaman yem ister. Yağmur yağarsa durmaz, ıslak otu yemez.

Henüz rahatça gezdiremedikleri oğlaklara ara ara Kermes meşesi, Kesme çalısı veya Tüylü Laden (Karağan, Karahan) dalları veriliyor.

Eğer keçilerle aynı coğrafyayı paylaşıyorsan ne yediğini peşine takılmasan da anlarsın. Otlatacak alanların azlığı, işi yapanların eski kuşak olması ve keçileri yeterince gezdiremeyip bir döngüyle aynı yerlere götürmeleri her yerde derin izler bırakır. Maki bitki örtüsü bodurlaşıp yayılır. Özellikle kermes meşeleri tanınmaz hâle gelir. Bir yandan gübreler, karıştırır tohumlarlar toprağı. Öte yandan otları ve ağaçların ulaşabildikleri alt dallarını yiyerek dip yangınlarını önlerler ama bitki örtüsü çenelerinin hızına yetişip kendini yenileyemez. Gerçi eskiden de manzara çok farklı değilmiş. Yaşar Kemal, “Yanan Ormanlarda 50 gün” kitabında bitki örtüsünün aynı şekilde gönül sızlattığından yakınır. Belli ki o zaman da hayvanın çok olmasına yetişemiyordu orman.


Masraflı olmuyor mu yem vermek? Kazandığınız para masraflarınızı karşılıyor mu?
Bizim davarımız az olunca anca karşılıyor. Karınca kararınca. Yerinde sayıyor yani. Yem masraflı ama haydi ne yapacan, kurtarmak içün. Kışın yem vermezsen soğukta mücadele edemez. Bir çocuk dünyaya gelir, ağrısı var sızısı var, aynı, bu dili olmayan hayvan da aynı. Evvel sancısına katran püsesi dökerlerdi. Veteriner falan olmadan evvel. Bu hastalığı, zehiri önler. Ama şimdi ona da hile katıyorlar, mazot katıyorlar içine.


Bastonun kırılmasıyla geleneksel bilgiler de unutulmuş. Artık ne püse yapan ne de zorlamazsan geçmişte bu hastalıklarla nasıl baş edildiğini hatırlayan var. Gerçi hatırlasa ne olacak? Hayat durmuyor ki akıyor. Tıpkı insanda olduğu gibi hastalıklar da bugünün hastalığı, pireler de bugünün piresi, mikroplar da. “Geçtiğimiz yaz pirenin önüne geçemedik. Her yeri bastı pire. 500 liralık ilaçla kesmeye çalıştık amma yoğh, olmuyör”, diyor çoban. Püse olsan elinden ne gelir?


Püse nedir?
Çam çırasından yapılır. Çıra [Çamın reçineli bölümü] incecik kıyılır, ocağını yaparsın yuvarlak, içini sıvarsın beyaz toprakla. Çırayı dibine sımsıkı dizersin. Üzerini çamın neredeyse toprak haline gelen çürük parçalarıyla kapatırsın. Kapattıktan sonra üstünden çırayı ateşlersin. Tabanından hava deliği açarsın, püsenin akması içün. Çıra bir gün yandı mı, o delikten toprağa akar, oradan tenekeye alınır. Sabaha kadar da beklenir, çıra ateş almasın deyi… Onu sünger gibi bişey ile keçilerin kulağına sürersin. Yapışan çiyalar (keneler) ölür, yenisi gelmez. Eskiden de baygon, isatok deyi bir ilaç vardı, onlar kullanılırdı pire için. Ondan öncesini bilmeyiz. Şarap yalağına su doldurur içine bu ilaçtan dökerdik, bir dalla karıştırırdık, bembeyaz ayran gibi oludu, keçiyi tutup içine koyarsın. Böyle piresi, bitini önlerdik.


Veterinerler, malcının ayağına gelme parası aldığı için çok zorda kalmadıkça hiç çağrılmıyorlar. Telefonla dertler anlatılıyor, ilaç önerisi isteniyor. Gelen ilaç veriliyor keçiye. Çoban iğne yapmayı da öğreniyor. Arkadan baldırına yapacakmışsın ki eğer olur da satılırsa etinin rengi değişmesin. Zora düşülürse, paraya ihtiyaç varsa da satılıyor keçi. Ki muhakkak oluyor. Dişi keçi değil ama erkek keçiler, oğlaklar satılıyor. Bazen de ihtimam edilmesine rağmen geçmeyen dertlere sahip dişi keçiler satılıyor. Örneğin ayağı kırılıyor, sürüye yetişemiyor, arkada kalınca ekine giriyor, sürü tarafından horlanıp dışlanıyor. Filiz’i, ot öğretmenimi böyle kaybettik.

Filiz, Katran Ardıcı’na (Kilik) sulanırken.

İğneyi kim yapıyor?
Ben yaparım, benim kız da yapardı. İnsana da yaparım. Öğrendim.


Marshall Sahlins, Kuzeybatı Amerika Thompson Irmağı halkı arasında yabani keçi avının kökeniyle ilgili bir geleneği aktarıyor:

“Keçileri öldürdüğünde bedenlerine saygılı davran, çünkü onlar insandır. Dişi keçileri öldürme, çünkü onlar senin karılarındır ve senin çocuklarını doğuracaklardır. Keçi yavrularını öldürme, çünkü senin evladın olabilirler. Sadece kayınbiraderlerini, erkek keçileri vur. Onları öldürdüğüne üzülme, çünkü onlar ölmüyor, yuvaya dönüyor. Eti ve postu (keçi olan kısmı) sen kullanırsın, ama onların gerçek benlikleri (insan olan kısmı) aynen daha önce keçi eti ve postuyla kaplı olduğu zamanki gibi yaşamayı sürdürür.”

Belki bu inanışın belli belirsiz bir izi. Bir izi alıp diğerine bağlıyorum. Bugünün çobanını alıp eski avcılara bağlıyorum. Avında, yaşayışında adil olan avcılara. Veya adil olmanın henüz edinilmesi gereken bir beceri olmadığı zamanlara. Yüzleşme imkânını nerede ve nasıl yitirdiğimize. Bu avcılığa bir güzelleme değil elbette. İnsan nüfusu 7 milyarı bulmuş, hayvan eti streçlere sarılmış tüyünden, kirinden arındırılmış market raflarını doldururken avcılık için hangi kof bahanenin arkasına sığınılabilir? Ama öyledir en kötüsü eskilerle yenilerin birlikte yaşayabilmesi. Avcılıkla endüstriyel hayvancılığın birlikte var olabilmesi gibi. Verilen rakamlara göre dünyada her yıl yaklaşık 440 milyon keçi, eti için kesiliyor. Çok değil 40-50 yıl önce, şimdi hemen her gün et giren boğazlara haftada bir belki et girerdi. Et olarak da değil hayvan olarak girerdi. O hayvan eve getirilir, kesilir temizlenirdi çünkü. Kimin keseceği, kimin temizleyeceği kavga sebebiydi. Çocuklar ayak direr, kavgaya bitmek bilmez ağıtlar, isyanlar eklenirdi. Herkes köşe bucak kaçardı bu görevden. Can almak; kan, koku ve korkuyla yüzleşmek kolay bir iş değildi. İşi çabucak yapacak keskin bir bıçak bulmak bile zordu. Kör bıçaklar “bir daha asla” dedirtirdi. Yeniliyorsa da her lokmanın bir değeri, ağırlığı olurdu. Kâfi denirdi. Bu uzunca bir süre kâfi. Öldürme işi birle ikiyle değil milyonlarla, mezbaha veya fabrika duvarları arkasına gizlenmemiş, etler acısından arındırılmamıştı daha.


Geçen sene, “yünleri onları koruyor kesmeyin” deyince kırkmamıştınız, bu sene kırktınız ama yine, ne oldu?
Hee. Tuhaf bir şey oldu keçi. Yününü satardık eskiden, şimdi doğru dürüst para etmeyor. Bilirim, kırkmamak lazım, bazısı hiç sevmez, saklanır, utanır çıkmaz ortaya; ama kırkmayınca çiya, pire azdı. Siz kene mi neci diyonuz.


Tıpkı köpekler gibi. Onlar da kılları kesilince güçlerini elinden almışsın gibi küsüyor. Güçlerini elinden almışsındır çünkü. Hiç başınızı sıfıra vurdurup bir yere çarpmayı denediniz mi? Kıl, tüy deyip geçmeyin; kabarınca güç gösterisidir, kavgacı çenelere karşı sigortadır, orman işletmenin kesimden sonra çektiği tellere ancak kılınla karşı koyar, soğukla da sıcakla da böyle baş edersin. Turgut Uyar; “Bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur” diyordu ya. Kimi keçi kaçar bu azaptan, fırsat bulursa. Saçlarını uzatıp geri döner, bazen de bulunup getirilir, tıraş edilir. Yine de keçilerin kırpılmaması gözlerimin önünde bol kaşıntılı ve yaralı bir faciayla sonuçlandı. Eğer kırpsalardı ceplerine girecek 20 liradan olmuş olmaları var. Dönüp baktığımda hem sözüme hem dinlemiş olmalarına şaşırıyorum. Dalı budanan 11.000 sene bir ağacı, kılı kırpılan 11.000 sene bir keçiyi değiştirir, insanı da.


Her keçinin bir ismi var, neden isim koyuyorsunuz?
Benim kız koyardı, evlenip gitmeden önce. Öyle kaldı. İşte şu “Karaca”. Husisi arkada kalır, arkadan gelir ki görmezsek ekine girsin, yesin ister.


İnsanla keçi arasında bir sözleşme yapılmış olmalı. Öyle olmalı, öyle olmalı, öyle olmalı. Her ne idiyse unuttuk ama keçiler hatırlıyor.


Keçi alfabesi

Bir çan bir mee yedi iğde
Hem diken hem delice
Taşın üstünde bir oyun
Güneyi kuru kuzeyi yosun
Kermese takıldı bir tutam yün
Yapıştı postuma dikenli tohum
Bir çan bir çinte bir laden
Zeytine komşu iki çiğdem
İki ahlat bir alıç bir selam
Bir ıslık beş çan iki kelam
Taşın üstünde bir liken
Likenin yanında bir oyuk
Oyuğun içinde bir avuç tuz
Tuza benzer bir avuç söz
Sözden de yedim bir pürçük
Söz içimde bir ses
Aynı gök altında
Her gün aynı heves

Şiir ve Resim: Gökçe Sümerkan’a aittir. Yazıya eklememe izin verdiği için çok teşekkür ederim. (8 Aralık 2022)

Not:
Yazının soru cevap bölümleri, bir çobanla kimi aynı günde kimi farklı günlerde yapılmış sohbetlerden mürekkep. Söylediği gibi yazmaya dikkat ettim ama çoğu kez söylediği şekilde duymayı beceremedim.


* Sevgili Bediz Yılmaz’a hem görseldeki yazının çevirisi hem de görseli kullanmama izin verdiği için çok teşekkür ederim.

Yukarıya kaydır