Eşitsizlik, sömürü, iklim krizi gibi filtrelere sahip olarak salgın sonrası dünyaya bakan hemen her kafadan benzer sesler çıkıyor. Karşılaşabileceğimiz olası felaketlerin provasını yapıyor gibiyiz. İmkânı olanlar evden çıkmıyor, uyarılara ve tehlikeye rağmen mesaili çalışma devam ediyor. Kayıplarımız ve acılarımız artıyor. Ne zaman hayatın akmaya başlayacağını bilemediğimiz bir belirsizlik içinde de olsak çeşitli reçeteler dolaşmaya başladı bile. Bir bölümü bu gönüllü karantinayı üretken şekilde geçirmemizi öğütlüyor, bunun için etkinlikler öneriyor, bir diğeri felaketin gelip çattığını, senaryonun baştan yazılacağını vaaz ediyor. Ama hemen herkes, farklı yetkelerdeki iktidarlar bile hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağında hemfikir görünüyor. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir haber olmasa da. Peki, yeni senaryodaki rolümüz ne? Susan Raffo “Koronavirüs, İklim Değişikliği ve Toplum Temelli Bakım” yazısında üstlenebileceğimiz bu rollere vurgu yapıyor; “Kim bakım ve gözetim işinde daha iyi, kimin boş odası var, kim arabaya düz kontak yapabilir ya da bitkisel yağdan yakıt üretebilir? Ateş düşürücü etkisi olan, bağışıklık sistemini güçlendiren bitkileri bilen kim?” Kimi eklemeler yapabiliriz; barınak yapabilen kim, kim giysi dikebilir, ihtiyaç duyulursa da maske? Kim tohum saklamayı, korumayı, ekmeyi biliyor? Yabani besin bitkilerini bilenler, toplayanlar kim? Sonra eklemiş, Raffo; “Eğer bunların hiçbirini bilmiyorsak öğrenelim ve öğrendiklerimizi paylaşalım.” Bu yeni işbölümünü iklim krizinin gelmekte olduğu ve zaten normallerimizin değişmesi gerektiği düşüncesine borçluyuz. Elbette bunlardan da önce başka bir dünyanın mümkün olduğu fikrine. Başka bir dünyada borsa simsarının yerini bir şifacının alması gayet muhtemel.
Felaket senaryoları genellikle geleceği bir konfor kaybı eşliğinde yorumlar. Bu pencereden bakana sorular ürkütücü geliyor olabilir. Sonuçta şehirde yaşamaya devam edilemeyecek mi, marketler açık olmayacak mı, marş anahtarını çevirince araba çalışmayacak mı, neden bunları öğrenmek gereksin ki? Ben de bu gerekliliğe bir aciliyetin eşlik etmesi gerektiği konusunda şüphelere sahibim. Aciliyet hissiyle hareket etmek bu bilgileri öğrenmenin özgürleştirici potansiyelini görmemizi engelleyebilir. Sadece bir felaket senaryosunda rol kapmak için değil yapabilme gücümüzü yeniden kazanabilmek ve başka biçimlerde de yaşanabileceğini öğrenmek, tek bir biçimin “kural, doğru, norm” hâline gelmesine engel olabilmek için gereklidir bu beceriler/bilgiler. Her ne kadar içinde yaşadığımız yapılar bu becerileri edinmeyi (genelde ücretlendirilir) ve uygulamayı (pratik yapabilmek için zaman ve mekâna ihtiyaç vardır) zorlaştırsa da sonunda zorunluluk kapıyı çaldı. Ve birden, en azından internetten ulaşabileceğimiz kaynaklar özgürleşti; “Ücretsiz, erişime açık, salgın seferberliği için kampanya!”. Olması gereken, hep ihtiyaç duyduğumuz şeydi bu; bilginin özgürce dolaşımı. Bunu bir virüse borçlu olmak ironik; kasıt ve intikam gibi insani özelliklere bulamadan söylersem virüsün ortaya çıkardığı şey bir çeşit mülkün hacklenmesi durumu olarak görülebilir. Öte yandan hâlihazırda bu bilgileri öğrenmeye başlamış, bildiklerini paylaşan birçok kişi/grup hep vardı; eski hackerlar veya hep hackerlar.
Yabana taşındığım günden beri ot toplama bilgisinin peşindeyim. Benim için bu bilgi karnını doyurabilmek için para kazanmak zorunda olmamak anlamına geliyordu. Yani bir çeşit özgürlük. Denilebilir ki, “beslenme” masraflarımızın çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Evet ama eğer bir kere karnımı bedava doyurabileceğimi görürsem bu bana geriye kalan masraflardan/ihtiyaçlardan vazgeçmem gerektiğine dair bir sağduyu kazandırabilir. Bu potansiyeldir, bir mümkünün kıyısıdır, özgürleşmedir, eşiktir. İşin en güzel tarafı kendin için çıktığın bu yolculukta dünyayı bulmaktır. Sonra dünya içinde mi dışında mı bilememektir.
Eğer bir kuytuda barınak inşa edebiliyorsam, ot da toplayabiliyorsam neden çalışmak zorunda olayım ki? Benden önce milyonlarca insan tarafından sorulmuş bu sorunun mirasçısıyım ben de. İlk başlarda ot, yemiş, tohum, kök bitkileri ve mantar toplayarak neredeyse dört mevsim karnımı doyurabileceğim düşüncesindeydim. Aslında bu düşünce pek değişmiş değil. Sadece bu hayalin daha emek yoğun bir hayat istediğinin farkına vardım. Mevsiminde bulabildiğiniz otları ve yemişleri işlerseniz (salamura/kurutma/turşu/sirke/ likör/pekmez/şarap vb.) bütün yıl kullanabilirsiniz. Toplayıcılık becerimin gelişmesiyle 4 mevsim ot/yemiş/mantar bulabileceğim bir coğrafya hiç birbirine denk düşmedi. Yine de Doğu Akdeniz’in kıraç bir bucağında ilkbahar boyunca otlar ve mantarlar, sonbaharda ise yemişler ve mantarlarla süslü sofralar kurabiliyorum. Yabani besinlerin zayıf ve güvenilmez olması ekolojik olarak tahrip edilmiş, keçilerin otlatıldığı bir coğrafyada yaşıyor olmamla ilgili. Elbette bu sofraya küçük bahçenin kültür bitkileri de eşlik ediyor. Birbirinin açığını kapatan iki beslenme biçiminin şüphesiz birçok avantajı var. Yaban bitkilerinin bakım istememesi, zararlılarının ya hiç yok ya da eser miktarda olması, kültür bitkilerine göre avantajlı olmalarını sağlıyor, bunun yanında onlar sayesinde besin çeşitliliğimizi ve kalitesini artırabiliyoruz. Çünkü özellikle bugün, kültür bitkilerinde olduğu gibi kimi ekonomik ölçütlere göre belirlenmiş bir ıslah programları bulunmuyor, tarım zehirlerine maruz kalmıyorlar – tabii nerede yetiştiklerine bağlı olarak.
Ot toplamak öğrenilebilir mi?
Bir felaket senaryosuna gerek kalmadan hangi becerileri edinmem gerektiği üzerine düşünüp bitkileri seçmiştim ben de. Onlarla ilgili görgümü paylaşmaya niyet etsem de bunun yazılı/görsel araçlarla aktarılamayan yönleri de var. Çünkü bitkiler derken ölçülmüş, biçilmiş, ideal bir ortamda yetişmiş ve tüm özellikleri tanınabilir olan bir üründen değil bir canlıdan bahsediyoruz öncelikle. Bu canlılık bize insanın kestirme yollarından; hız, şipşakçılık, reçete, nemalanamayacağımızı gösteriyor. Ama;
- Elbette ot toplamak öğrenilebilir. Her yörenin belirli bir ot menüsü var. Bu menü köylü pazarlarında sergilenir. En iyisi kendimize bu pazarlardan veya yaşadığımız bölgeden çırağı olabileceğimiz bir usta bulmaktır. En az 3 yıl çıraklık yapmak sonra öğrendiklerini paylaşmak hiç fena olmaz.
- Böyle bir şansı olmayanlar için ne diyebiliriz? Ben bu gruba giriyorum. Dolayısıyla her şey çok daha yavaş ilerliyor. Veya belki olması gerektiği gibi demeliyim. Bir insanın deneme öğrenme hızında. Bir kaplumbağanın yürüme hızında. Karnımı doyurmak istiyorum ve reçete yok, çözüm yok, şipşak yok. Hızlıca bir çözüm bulmaya kalksaydım bizi buraya kadar getiren o büyük soruna dahil olmuş olurdum. Şu bana yaban bitkilerini toplamayı, tanımayı, anlamayı unutturan soruna.
- İnsan ot toplama ilmini çocukluktan öğrenmeyince hep bir tereddüt taşıyor içinde. Bu güzel bir tereddüt. Her ne kadar tekerleği yeniden icat ediyor gibi olsak da bizi hayatta tutacak olan bir tereddüt bu. Örneğin gelincik toplayıp böreğini yapmaya karar verdiniz. Bir tane mi ki? Çeşit çeşit gelincik var. Ama sizinle beraber aynı dağın, aynı tepenin düzünde yaşayan gelincikler bunlar. Yaprağı, tomurcuğu, çiçeği derken, tanıyorsunuz zamanla. İşte topluyorum gelincikleri böreğe iç etmeye.
- Besin bitkisi olarak topladığım bitkiler hakkında yazarak ben de bu bilginin özgürce yayılışına katkı sunmaya çalışıyorum. Kıraç menüsünde bulunan bitkiler şimdilik toplayıp yiyebildiklerim. Bir bitkiyi temsil eden tek bir fotoğraf öğrenmeyi zorlaştırıyor. Blogda bu bitkilerin yaşam döngüsünü temsil eden tüm fotoğraflara ulaşmanız mümkün olabilir.
Kıraç menüsü
Bahar başı bitkileri (Mart – Nisan)
Tilkişen, sakız murcu, teke sakalı, mavi hindiba, adi çayır düğmesi, zahter, yabani soğan türleri, yabani bezelye sürgünleri, gelincik, kömeç, gıvışgan, ekşi kulak (Kuzu kulağı), katran yoncası, kuş otu, kuş ekmeği, yemlik, ısırgan otu, semiz otu, iğnelik, şevketi bostan, ecibücü, ballı süpürge, hubazi, yabani bakla, bahar otu (Kazayağı), karga dıdağı, bulumbışık, çoban kavutu, nur teke sakalı, silcan, hardal, acı filiz (Dolanbaç), ıskınk
İlgili yazılar:
Ana görsel: Tuzlu suya basılmış Menengiç ağacı taze sürgünleri (Pistacia terebinthus)