7-8 yaşındaki kızılçam ağaçlarının altında oturarak ağaç sulamak için dizdiğimiz plastik şişeleri dolduruyorum. Çevremizdeki bütün ağaçlar bu şekilde büyütülmüş. Hangi ağaca dokunsak ekeni, büyüteni, “bu ağaçları ellerimle suladım öyle büyüttüm” diyor. Susuz bir köy burası. Benim de umudum 5-6 yaşına geldiklerinde ihtiyaç duydukları nemi topraktan ve havadan alabilecek kadar köklerini derinlere salmış ve yapraklanmış olmaları. Sonrasında da hayatın yolunda gitmesi; havaların, yağışların, rüzgârın. Tam burası umudun yetmediği, tökezlediği yer.
Köylü 1994 yılına kadar ağaçlarını böyle böyle büyütmüş ama kimse onlara “taşıma suyla değirmen döner mi?” dememiş. Susuzluk gerçek çünkü. Sonra da şu kötü espri gelir; “Bil bakalım taşıma suyla neden değirmen dönmez? Çünkü Taşımasu küçük bir kız çocuğudur.” Kötü olmasına kötü de gülümsemekten kendimi alamıyorum. Ne zaman su taşısam, Taşımasu, kocaman pırıl pırıl gözleriyle bana bakıp, bir yandan da katıla katıla gülüyor bu espriye. Adının Taşımasu olmasından çok mutlu. “Suyun değerini bilmek” anlamına geliyormuş Japonca’da. Akdeniz’de suyun değerini bilmeyen tek canlı insan olabilir.
Ağır ağır ama güçlü bir rüzgâr esiyor. Yaban arıları rüzgârı karşısına almış bir çabayla şişelerin ağzına konup su içmeye uğraşıyor. Ne muslukları ne sayaçları ne de musluğu açınca su doldurabilecekleri bardakları var. Gerekirse ölüyorlar su uğruna. Açığa koyduğumuz sulukların içine çerçöp koyuyoruz bu yüzden. Suya dalan geri çıkabilsin diye. Yine de taze doldurulmuş sudan içmeyi tercih ediyorlar. Şişelerden sebeplenen bir de Alakargamız var (Yerel söyleyişle Alabak). İlk önce gayet temkinli etrafta dolanıp bizi inceledi. Sonra yavaş yavaş yaklaştı. Çok yakınlarda değilsek şişelerin başına tüneyip yudumluyor suyunu. Alabak hatırına şişeleri boş bırakmıyoruz artık. “Bu sene cevizleri de ona emanet etmiş olabiliriz” diyorum Taşımasu’ya. Daldan bir ceviz koparmış da ağzıyla kırıp yermiş gibi yapıyor, sonra da kahkahayı basıyor.
Ceviz de ceviz ama, buraya taşındığımızda 30 yaşında olduğunu söylüyorlardı, artık 34 yaşında. Şu dağda en serin gölge onunki.
Eşekle, sarnıçlardan su taşıyarak büyüttükleri bütün yetişmiş ağaçları, kavakları, kayısıları, dutları, elmaları, bademleri, ocak dağıldıktan sonra kesip odun kömürü yapmışlar. Bir tek bu ceviz kalmış. Bademler ve elma ölmeye direnmiş, yeniden filizlenmişler. Gelmiş keçiler yemiş bu filizleri, yine sürmüşler, yine yemiş keçiler, yine sürmüşler. Bitkiler arasında sıkça görülen yeniden filizlenmenin, yangınlardan canlı bir şekilde kurtulmak için geliştirilen bir ön uyum davranışı olduğu düşünülüyor. Tıpkı duman kokusunu alıp çimlenmeye duran tohumlar gibi, doğumunu ertelemiş bir tohum da koşuyor dünyanın yüzünü kapatmaya. Bu yeniden filiz verme davranışı insanın baltasına, testeresine, havyanın iştahına karşı da işe yaramış.
Cevizi niye kesmemişler derseniz, gövdesine kurt işlemiş cevizden iyi odun kömürü olmazmış. Zaten ha bugün ha yarın yıkılacakmış. Yıkılmamış ceviz, büyümüş, büyüyor. Koşmuş gelmiş ağaçkakanlar yardıma, gövdedeki kurtları yiyip bir güzel karınlarını doyurmuş. Hepsini mi yediler, kalanla yaşamayı mı öğrendi ceviz bilinmez. Saldı dallarını aşağıya, toprağa girmek ister gibi. Saldı dallarını göğe, yıldızlara değmek ister gibi.
Dalına salıncak kurmadık, kurdun yaraladığı yere denk gelmesin diye ama koyu gölgesine kilimler serildi, üzerinde şarkılar söylendi, gövdesine çocuklar tırmandı ve yedik güzel meyvelerini.
Ceviz de ceviz demişken, kara ceviz olduğu söylenen 3 tane tohum geçti elime. O mu değil mi, tam olarak bilmiyorum ama bu vesileyle kara cevize, oradan da Allelopati’ye daldım yine. Juglans nigra (Kara ceviz) olumsuz allelopatik etkileriyle tanınan bir ceviz türü. Bu etkileri sadece kara ceviz değil diğer ceviz türleri ve elbette başka canlılar da sergiliyor ama ünlenen kara ceviz olmuş. İtalya’nın bazı bölgelerinde ona “Cadı ağacı” denildiğinden pay biçin. Uluslararası Allelopati Derneği’ne göre; “bitkiler, mikroorganizmalar, virüsler ve funguslar tarafından üretilen ikincil metabolik faaliyetlerin, hayvanlar hariç, tarımsal ve biyolojik sistemlerin büyüme ve gelişmelerine olumlu ve olumsuz etkilerini içeren bir süreç” olarak tanımlanmış, Allelopati.
Şimdilik bunlar bir kenarda dursun. Gece konuyla ilgili birçok doküman okuduktan sonra yorulup tam bilgisayarı kapatacaktım ki Judith Butler’la yapılan bir söyleşiye rastladım. Onu da okuyunca rüyam tam bir şenliğe dönüştü. Kara cevizi ekmişim, büyümüş kocaman olmuş. Ancak allelopatik etkileri sebebiyle bahçedeki diğer her şey ölmüş. Neredeyse çöle dönmüş bir alanda kara ceviz, koca gövdesinin altında iki sandalye, birinde Judith Butler diğerinde ben oturup sohbet ediyoruz. “Neden kara ceviz ektin?” diyor bana. Ben de “Siz ne zaman bitkilerle uğraşmaya başladınız ki?” diye yanıtlıyorum. “Sadece ben değil tüm insanlar bitkilerle uğraşıyor, sen kara cevizin altında oturduğun için farkında değilsin bunun,” diyor. Giderek karmaşıklaşan birbirimizi anlamadığımız bir diyaloga dönüşüyor sohbet. Anlıyoruz ki kara ceviz, Judith Butler’ı bile etkilemiş.
Yatmaya hazırlanırken aklımda allelopatik etkilerin değişmez olmadığına ve bunları tam olarak anlayamayacağımıza dair bir düşünce dolanıyor bunu nasıl ifade edebileceğimi, Judith Butler’ın söylediği şu cümlelerle birlikte düşünüyordum; “(Toplumsal) yapıları nasıl taşıdığımızı, yeniden ürettiğimizi ya da (bu yapılara karşı nasıl) direttiğimizi kendimize sormak hepimizin boynunun borcudur. Bu yüzden değişim bireysel seviyede gerçekleşebilse de, onarıcı adalet modelleri bize bireylerin topluluklar ve ilişkiler bağlamında değiştiklerini ve yeni ilişki kurma modellerinin bu şekilde inşa edilerek eski ilişki kurma modellerinin yerle bir edildiğini söyler. O hâlde, bu yaşam başkalarının eşliğinde yenilendiği için etiğin kişisel bir benlik yenileme projesinden daha fazlası olması gerektiği anlamına gelir. Bizleri ayakta tutan işte bu ilişkilerdir ve bu yüzdendir ki müşterek dikkatimizi ve bağlılığımızı hak ederler.”*
Biraz ifrat, biraz tefrit, okuduklarımdan çorba yapıp içtim ama güzel bir çorbaydı.
* Kaynak; https://bit.ly/2MuOugb