Bir bahçeye davet edildik. Bahçenin suyu bir zamanlar tüm Silifke’nin içme suyu ihtiyacını karşılayan dereye çok yakınmış. Nüfus arttıkça su yetmemeye başlamış ve dere kendi haline bırakılmış. Unutulmuş bir dereyle karşılaşacağım için çok heyecanlandım. Hatta gideceğimiz günün gecesi rüyamda dere kenarlarında gezdim, bir geyikle aynı koyaktan su içtim, adını bile bilmediğim bitkilerin cezbesine kapıldım. Dere kenarları kıraç alanda göremeyeceğimiz birçok bitkiye ev sahipliği yapar.
Sonra zapt edilmiş bir dereyle karşılaştım. Suyu depolamak için yapılan depo yıkılmamış yerinde duruyordu. Depodan taşan azıcık su, bir akıntı oluşturmaya yetmemiş. Suyun büyük bir bölümü borulara tıkılmış, tarımsal amaçlı sulama suyu olarak kullanılıyor. Bir iki de içme suyu borusu çekilmiş evlere. Bir derenin nasıl aktığını unuttum, unutacağım. Böyle her dereye el mi konulacak? Her suyun başı bağlanacak mı? Çınarın deresi nerede?
Ancak kışın yağmurlar bol olursa dere taşkın yapar yatağında akarmış. Yatak da en azından bir sonraki taşkına kadar yol olarak kullanılmak üzere taşlarla doldurulmuş. Bırakılan plastik bir bidonun içinden çıkamayıp ölen kelebeğe bakıyorum. Kelebekler dereden su içerken de boğulur mu?
Türkiye su kaynakları haritasında tutsak dereyle birlikte bu bölgedeki hemen her su kolunun Göksu Nehri’ne bağlandığını görebiliyor musunuz? Akmalarının bir sebebi, amacı var; katılmak o büyük buluşmaya, denize varan. Başıboş olanın yolu denize varıyordu değil mi?
Şu kırmızı nokta, belki azıcık daha üstü ise bizim yaşadığımız yer. Susuz olmak, burada yaşayan kimi insanlara, milyon tane sebeple kimi insanların analarına, dedelerine bağlanmış yabana özgü. Zampok eyin pi?
Özellikle bu coğrafyada yaşayan insanların bilimsel adı pekâlâ “sulayan insan” olabilirdi. Uygarlık dediğimiz yapının temelindeki taşların en büyüklerinden biri sulamaydı. Susuz da yetiştirilebilen buğday gibi tahıllardan yani tarımın başlamasından öte su üzerindeki manipülasyon gücümüz uygarlığımıza kimliğini kazandıran şey olmalı. Tarihçi Karl A. Wittfogel’in büyük ölçeklerde suyu yönlendirerek tarım yapan medeniyetleri anlatmak için kullandığı “Hidrolik Medeniyet” kavramı, tarihçiye göre peşi sıra merkezi bir kontrolü şart koşuyordu. Her ne kadar bu görüş, despotizme sadece büyük ölçekli sulama yapılan yerlerde rastlanmadığı ve benzeri sebeplerle hatalı olarak görülse de büyük ölçekli sulamanın, uygulandığı coğrafyalarda merkezi kontrolün yerleşmesini pekiştireceği kabul ediliyor. Bu sulama sistemlerinin %68’i de Asya’da bulunuyor. İlk sulama kanallarının tarihi ise bu topraklarda MÖ. 6000’li yıllara kadar uzanıyor. Bence Anadolu da böyle bir yer olarak görülebilir. Van Ovası’na su getirmek amacıyla Urartular tarafından yapılan Şamram Kanalı veya II. Rusa tarafından inşa edilen Keşişgöl barajı gibi. Yapı kısmen de olsa bugün bile kullanılıyor.
Yeterli yağışın olmadığı yerlerde tarım yapabilmemizi, nüfusun artması ve yayılmasını suyun yönetilebilmesine borçluyuz. Daha doğrusu yönetilebileceği iddiasına. Sulama toprağın tuzlanmasına, yeraltı sularının kontrolsüzce kullanılmasına, bugün Konya Ovası’nda yaşanan obruklar gibi çökmelere, boşalan yeraltı sularının yerini dolduran tuzlu sulara, hemen her yerde tarım yapılabilmesinin, yaşanabilmesinin sonucu olarak su rezervlerinin, devlet diliyle söylersek su kaynaklarının kirletilmesine ve aşırı kullanımına, suyun taşınmasında yaşanan çok ciddi kayıplar gibi bir dizi soruna sebep oldu. Suriye’de su kıtlığın doğrudan ve dolaylı sonuçları, yanlış su politikaları, iklim krizinin bölgedeki su kaynakları üzerindeki etkilerinin savaşın çıkmasında anahtar rolü oynadığı düşünülüyor. Savaş ortak su kaynaklarını da paylaştığımız Suriye’deki sorunları ortadan kaldırmadı tersine derinleştirdi. Araştırmalar, önümüzdeki 10-20 yıl içinde ya su politikalarındaki köklü bir değişikliğin ya da çatışma ve savaşın Ortadoğu toplumlarını en iyimser tabirle “şekillendireceğini” söylüyor.
Yaşadığımız bölgeye Aksıfat ve Gökler Deresi’nin suyu getirilmese, çok büyük bir bölümü bitirilen Aksıfat Barajı’nın ücretli vaatleri olmasa, hâlâ sarnıçlardan su kullanan, geçimlik tarım yapılan bir bölge olacaktı burası.* Bugünse sulama kooperatifi borularıyla taşınan suyla dağ başında domates, kivi yetiştiriliyor. Toprak süzek, akıp gidiyor su. Veya bir zamanlar susuz yetiştirdiğimiz bitkileri daha fazla verim elde etmek için bugün suluyoruz; üzümü, bademi, cevizi vb. Ancak bu verim hevesinin faturası ödeyemeyeceğimiz kadar ağır. Örneğin bu bölgede üzüme organik tarım desteği, sulanmaması koşulunda veriliyor ama buna kimse razı olmuyor. Tam da Dünya Bankası gibi örgütler kredi anlaşmalarında suyun ücretlendirilmesini şart koştuğu veya OECD suyun piyasa mekanizmalarınca belirlenen bir fiyatı olması gereken ekonomik bir mal olduğunu söylediği yıllarda artık iyice iman ediyoruz susuz bir şey yetiştiremeyeceğimize. Tabii bu hikayenin öncesi de var; örneğin 1950’ler de Çukurova’da verimi artırmak için pamuk suyla yetiştirilmeye başlanıyor. Türlü çeşit hastalıklar da sulamayla birlikte zuhur ediyor.
Çınarın yaşadığı yer defnelere, harnuplara da ev sahipliği yapıyor. Onlar ki suya muhtaç olmadı hiç. Havanın, taşın nemiyle yetinebilen aynı zamanda “ticari” ürün de veren ağaçlar. Hemen derenin eski yatağının altında bahçe yapan biri onları söktürüp yerine bolca sulayacağı “avokado” ekmeye karar verdi. Ancak daha avokadolarını dikemeden kenarda bıraktığı tek bir harnubun meyvesi ona 5 bin lira kazandırdı. Neden söktürdüğünü sorduğumda “başka türlü iş makinalarını kullananlar çalışmayı kabul etmiyor” dedi. Bu bir ahlak artık, kural, norm. Mantıklı olması, ekonomik olması da gerekmiyor. Hepimiz bahçemizle ilgili kendi kararlarımızı almakta özgürüz ne de olsa.
Bahar geldiğinde domates, patlıcan, biber, salatalık menüsü bir zorunlulukmuş gibi her bahçeye ekiliyor. Gün aşırı sulanıyor hepsi. Buna rağmen bir çiftçi “yapraklar bir türlü başlarını kaldırmıyor” diye şikayet ediyor. İnsanın coğrafyayı hiçe sayma inadının peşinde düşe kalka yürüyorum. Geri dönüştürülemeyeceğini bile bile sırf kâr için tek kullanımlık plastik üreten, plastik kullanan şirketlerin bencilliğinden bir farkı var mı bunun? Biri anonim veya limited, diğeri şahıs şirketi. Ama her hâlükârda şirket mantığı değişmiyor.
Bu bölgeler sadece susuz tarıma ayrılabilir. Nohuta, mercimeğe, yulafa, çavdara, buğdaya, cevize, bademe, zeytine, üzüme. Elbette suya bağımlı olmayan yerel tohumlara, türlere. Piyasadaki türler zaten suya bağımlı bir şekilde ıslah ediliyor.
Göz dolduran bir bahçeyi kim istemez ancak kendimiz için de yetiştirsek, tarım da yapıyor olsak herkesin “domates” yetiştirmesi, her bitkinin sulanması bir zorunluluk dahası başarı değil. Mevsime göre beslenmek yetmez, iklime/coğrafyaya göre ekebilmek de gerekir. Yerelden beslenme dediğimiz şeyin sadece küçük çiftçinin desteklenmesi veya organik domates yiyebilmek anlamına gelmesi çok büyük bir eksiklik. Oysa çok açık olarak bazen de domates yememeyi veya en azından yetiştirmemeyi göze almamız gerektiği anlamına geliyor/gelmeli.
Dolayısıyla iklimi henüz bu krizin içine düşmeden çok önce kaybetmiş olabiliriz.
*Yeterli yağış olmayıp sarnıçlar dolmadığında veya sarnıçlarda biriken su insana, keçiye yetmediğinde tankerlerle en yakın kaynaktan su getirilip sarnıçların doldurulduğunu da eklemeli. Ancak bu suyla tarım yapmaya kimse kalkışmadı.