kıçında hiç bok olmayan ineği sağıyoruz ve biz

2010’da kırsala taşındığımda çevrem irili ufaklı çiftlikler ve geniş arazilerde çalışan kalıcı/mevsimlik tarım işçileriyle doluydu. Sebze-bostan işlerinde çalışan kadınlar molalarda yaptığımız sohbetlerde yoğun iş dönemlerinde günde 5-6 ağrı kesiciyle ancak idare edebildiklerini söylüyorlardı. Benim de belim, bacaklarım ağrıyordu ama hala bunun çalışma biçimi ve yoğunluğuyla bağını kuramamış ağrı kesicilere meyletmemiştim. Üstelik tarımla ilişkim zorunluluk üzerine değil istek üzerine kuruluydu. Hiç denememiş olsam da istediğim zaman bir mola alabileceğimi düşünüyordum. Sürekli eğilerek geniş bir araziye örneğin domates fidesi ekmek ve bunu üst üste yapmak insanın beden bütünlüğüne zarar veren bir çalışma biçimi.

12 yıldır ovada, dağda tarım işlerinin nasıl yürüdüğüne tanık olabildiğim tüm çiftliklerde ucuz emeğin takdir edildiğine, tarım işçilerinin iyiliğinin düşünüldüğüne hiç rastlamadım. Ucuz diye özellikle belirtiyorum, çünkü örneğin ekilen domatesle yapılan sos için ambalaj üreten biri takdir toplar. Bunlar işin vitrinini oluşturur, ayrıca eğitim gerektirir, eh saatlik ücreti de tarım işçisininkinden kat be kat fazladır. Bugün bahçesinde ulaşabildiklerimizden çok daha doğal ürünler üretenlerin ve bunları yok pahasına satanların kaybettiği yer tam da burası; albenili bir instagram sayfasının, iyi bir ambalajın ve dahil olabilecekleri bir satış ağının yokluğunun bedelini ödüyorlar. Köye yerleşince açılacak kahvaaltı salonu fantezisi, bir instagram sayfan olsun’a evrilmiş durumda. Eğer olsaydı; “Bembeyaz yumurtalar ve biz”, “Süt ve biz”, “İnek ve biz”, “Gezen tavuk ve biz”, “Tavukların baktığı orman ve biz”, “Kıçında hiç bok olmayan ineği sağıyoruz ve biz” “Cevizin dalında bir salıncak ve bizim sağlıklı çocuğumuz eğleniyor” konulu paylaşımlar yaparak bir “kahraman markası” yaratabilirlerdi. Üretim büyümüş, Şarlonun memelerini burduğu tezgaha dönmüş her şeyi kendilerinin yaptığını düşünmemizi istiyorlar. Neden? Bütün bu şeyleri sizin yapmadığınızı bilmek kimi üzer ki?

Çiftlik sahipleri elbette iyiliksever insanlardı, sadece kendi iyiliklerini değil dünyanın da iyiliğini düşünüyor, doğal gıdalar üretiyor, alternatif işlere imza atıyor, bazıları köy kadınlarını çalıştırarak onlara istihdam imkanı sağlıyor, yavaş, huzurlu ve doğanın içinde yaşamanın yollarına dair kafa yoruyorlardı. Merhametleri boldu da iş hak vermeye geldi mi emeği takdir etmek şöyle dursun şikayetlere başlamaları farzdı; bir kere hepsi tembeldi, nankörlerdi üstelik, bazısı dar kafalı, muhafazakardı, cahilliklerinin boyutuna akıl sır ermiyordu. Yüz vermeye hiç gerek yoktu, zamanında kendileri de iyi davranmayı denemiş ama bunun bedelini çok ağır ödemişlerdi, zaten yeterince iyilik de yapıyorlardı. Örneğin eski kıyafetlerini veriyorlar, gerekirse sürekli çalışanların çocuklarının eğitim masrafları karşılanıyor, barınak sağlanıyordu bazen. Gönüllerinden koparsa çiftlikte üretilen yiyeceklerden veriyorlardı ki vermeseler işçiler rüyalarında bile göremezdi bunları. Rica ve minnetle söylenmesi karşılığında, ihtiyaç duyulduğunda fazladan üç kuruşu da esirgemeyebilirlerdi. Fakat üç kuruşun verilebilmesi için minnetin bir kaç kez sergilenmesi gerekebiliyordu. Haliyle çok meşguldüler, verdikleri sözleri kolayca unutabilir, maaşları zamanında ödemeyebilir veya gündelik işlere yapacakları toplu ödemeler için bankalarındaki paranın vadesinin dolmasını beklemeleri gerekebilirdi.

Sigortaya, işin tanımlı olmasına, iş saatlerine, tatillere uyulmasına, insani koşullarda bir iş çerçevesi sunulmasına tabii ki gerek yoktu. İş bulduklarına şükretsinlerdi. Sabit çalışan bir işçinin 50 liralık zam için çiftlik sahibinin biriyle yaptığı görüşmeye tanık olmanın bıraktığı hasarı, sol yanımda derin bir yara gibi taşıyorum hâlâ. Aynı pazarlık masasından zam verilmeden kalkıldıktan sonra Avrupalarda nasıl da insan gibi yaşanabildiğinden bahsedilmesi de gayet normaldi.

Terkedilmiş bir harman yeri

Yediğimiz hemen her şeyin arkasındaki hikaye bu. Endüstriyel/konvansiyonel tarımda işlerin böyle yürümesi artık normal görünüyor da “alternatif” üretimler yaptıklarını ve böyle yaşadıklarını iddia edenlerin benzer biçimde davranıyor olmaları ve bu adreslerden salt gıda değil bir tür tarz satın alanların işin mutfağına olan ilgisizlikleri çok acıklı görünmüyor mu?

Organik/doğal/zehirsiz gıda üreten ve iletişim mecrası olarak Instagram’ı kullanan 84 üreticiyle yapılan bir araştırmanın söylediklerine göre bu emek süreçleri hiç paylaşılan içeriklere yansıtılmıyor.* Elbette burada Ayşe’nin toprakla uğraşmaktan çatlamış, fedakar ellerinden bahsetmiyorum. Ki aslında açık alanda nasıl çalışacaklarını çok iyi biliyor, eldivensiz, şapkasız, yüzlerini, kollarını, ayaklarını korumadan tarlaya girmiyorlar. Nasırlı eller Ayşe’nin değil Ayşe ninenin elleri.

Mümkün olduğunca steril ve doğal bir manzara eşliğinde son ürün sunuluyor bize. Biberiyeli domates sosu çok güzel ama kim ekti bu domatesleri, kim suladı, topladı, yıkadı, kesti, ateşe odun attı, kaynattı, kavanozladı? Emeklerinin karşılığını alabildiler mi? Neden ağrı kesici kullanmak zorundalar? Yaşlandıklarında ne oluyor? İşe nasıl gidip geliyorlar? Eğer sigortaları ödenmiyorsa bir kaza geçirdiklerinde başlarına ne geliyor? Eski kıyafetler sağlık masrafını karşılıyor mu? Tüm bu süreçlerde “alternatif” olunamıyorsa o domates nasıl doğal, sağlıklı, temiz sayılabiliyor?

Boğulmuş bir ağaç

Kasım ayında yaptığımız nehir ziyaretlerinde yanlışlıkla mevsimlik işçileri taşıyan arabaların kullandığı bir yola girmiş bulunduk. Yanlışlıkla diyorum ama rastlayıp yol sorduğumuz işçiler için gayet makul bir yoldu. Hatta başka yol yoktu. 1 saate yakın ucu bucağı görünmeyen tarlalar arasında bata çıka, ine kalka giderken bize eşlik eden kanal kokusunun ne kadar isabetli olduğunu düşündüm. Herhangi bir çıkışın hayal edilemeyeceği kadar yoğun bir gerçeklik yaratmak istesek burayı set olarak kullanabilirdik. Çürümenin kokusuna, bir süre sonra bu kokuyu alamayacak kadar alışmak ancak düşüncesizliğin/kayıtsızlığın yolunda ilerlemekle mümkün olabiliyordu.

“Sağlıklı beslenme içinde yaşadığımız çevre koşullarından bağımsız düşünülemez. Doğru. Ama bir adım daha atmalıyız. Sağlıklı beslenme gıdaların içinde yer aldıkları çevreden ve o gıda maddeleri için harcanan emek gücünden de bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla, çevre tahribatını önlemeye, emek gücünü güvence altına almaya ve işçi sağlığını korumaya yönelik çalışmalar da gıda güvencesi ve güvenliğini sağlamaya yönelik çalışmaların asli bir parçası olarak görülmeli.” diyor Bülent Şık. **

Emek gücü. Yani o yediğimiz gıdayı kimin, hangi koşullarda ürettiği, üreteceği sorunu. Ki bu sadece güvenceyi, fiziksel sağlığı kapsamıyor. Tarım işçilerinin emeğine hem yasalar hem toplum nezdinde değer verilmesini şart koşuyor. Bugün yaşadığımız ve giderek daha da ciddileşecekmiş gibi görünen gıda enflasyonunda birçok şey yanında bu değersizleştirmenin de payı var.

*https://catalogues.metro-group.com/metro-gastro/sayi-104-ocak-subat-mart-2022/page/28-29
(Yazıyı paylaşarak karşılaşmamı sağladığı için Permakültür Platformu‘na teşekkür ederim.)

**https://birartibir.org/buyuk-tehlike-kapida

Ek: Yazıda prototipini görebileceğimiz ve birçok insana tanıdık gelebileceğini düşündüğüm üreticilerin yaptıkları organik/doğal ürün ticaretinden kâr edip etmediklerini, işçilerin ihtiyaçlarını gidermek için imkanlarının olup olmadığını hiç dert etmedim. Özellikle küçük üreticilerin kâr etmiyor olmaları gayet mümkün. Şu durumda akla bazı sorular geliyor;

  1. Kâr etmedikleri halde neden bu işi sürdürüyorlar? Kâr edememe durumunun içinde de bir kâr var mı? (Manevi tatmin, keyif, anlamlı bir uğraş edinme ihtiyacı, kurtarma misyonu vb.)
  2. Kâr edememelerinin faturasını ‘mecburen’ işçilere yansıtmaya kalktıklarında bu fatura iki taraf için de aynı anlama mı geliyor?

Üreticiler kâr edemeseler dahi en kötü ihtimalle dijital platformlar veya kendi topluluk çevreleri içinde anlamlı bir sosyal sermaye biriktirebiliyorlar. Çünkü organik/doğal ürün üretmek veya benzeri uğraşlara sahip olmak değerli, fedakarca eylemler olarak görülüyor. Bir gün gelip de bu uğraşlarına son vermelerini gerektiren bir mecburiyetle karşılaştıklarında sosyal sermayelerini başka bir şeye tahvil edebilme özgürlükleri baki. Kaldı ki sahibi oldukları mülkün veya mülklerin değerini veya büyük bir olasılıkla yaptıkları ek işlerden elde ettikleri gelirleri yaşamlarını devam ettirebilmek için başka seçenekler yaratabileceklerinin sigortası olarak düşünebiliriz.

Dolayısıyla her halükarda eğer bir tarım işçisinin emeğinin karşılığı çeşitli sebeplerle tam olarak -başka/alternatif bir dünya düşüne uygun düşen bir yaklaşımla- verilemiyorsa ürünlerin elde kalması, alıcı bulamaması veya iklim krizi sebebiyle daha az ürün elde edilmesi vb. gibi riskleri paylaşmalarını istemektense veya bu sebeplerden güç alarak haklarını budamaktansa çalıştırmamak daha yeğ görünüyor. Paylaşılan veya paylaşılması talep edilen tek şey de riskler oluyor, işlerin iyi gitmesi durumunda edilen kâr paylaşılmıyor mesela. Ayrıca iki taraf iklim krizinin etkileri, ekonomik kriz veya daralma, kuraklık gibi olağanüstü durumlarla aynı şiddette yüzleşmiyor/yüzleşmeyecek.

Yukarıya kaydır