Ormanda yürürken bir bitki görüyorum, henüz çiçeklerini açmış. Onu tanıdığım bir yerinden tutmaya çalışıyorum, goncalarından. Daha önce gördüğüm bir bitkiyi anımsatıyor. Görüp tanıdığım bir aileyi hatta; turpgilleri. Düğüm çözülüyor böylece. Dışarıdan bakan biri için uzmanlık gerektiren bir süreç gibi görünebilir. Hele de şehirden gelmişse. Oysa yaptığım bir şehirlinin yaşamak için yaptığından farklı değil. Metroya binebilmek için bana en yakın hangi durağın elverişli olduğunu, çöpümü nereye atacağımı, sahafların nerede olduğunu, en taze simidi nerede bulacağımı, bir devlet dairesinde kendimi kaybetmeden işimi nasıl halledebileceğimi, şehir hastanesinden daha fazla hasta olmadan nasıl çıkabileceğimi bilmek zorunda olmak gibi.
Bitkilerle çevriliyim, yol hep bir ağaçla çatallanıyor, tarifler ağaçla başlayıp belki bir mağarayla, belki bir kuru dereyle bitiyor. “Kuru dere yolundan çıkıp dölekteki yaşlı çamı geçtin mi, ihi orası.” Onlardan besin ve şifa dermeye çalışıyorum, olabildiğince. Kuru dere boyunda kışın taşkınlarından kendini kurtarmış birçok bitki bitiyor. Ve bu bitkilere her sene yenileri ekleniyor. Yağmurun taşıdığı tohumlarla. Bilmeceler bitmiyor. “Daha önce görmemiştim” bitmiyor. Çünkü her gezelediğimde bitkinin başka bir hâlini görüyorum.
Tarımın en kötü tarafı bu belki, bizi bir kültüre, bir aracı kültürüne mahkûm etmiş olması. Birileri benim için yiyecek yetiştiriyor ve artık bitkileri tanımama gerek kalmıyor. Bu bilgi birikiminin yerini Hayrola caddesi, numara 8’den dönünce sağ kolundaki ilk market alıyor böylece. Temiz gıda satıyormuş. Atalık buğday çeşitleri, pembe domates bulmak mümkünmüş. Elbette şehirde yaşayıp bitkileri tanıyanlar da var. Mesela bitki bilimi uzmanları veya meraklılar. Bunun dışında yaban bitkileri popüler bir nitelikleri yoksa veya saksıda değillerse hayatımıza ancak bir destek tedavi aparatı olarak giriyor. “Kantaron kansere bile iyi geliyormuş, miş, müş” Kantaron kim, hangi dağı sever, ışıklar üzerine nasıl düşsün ister, yağmuru özler mi, tohumdan kolaycacık biter mi, nedir yanındaki bitkiden farkı, bilemiyoruz.
Bitkileri tanımak çok kolay, sevmek daha da kolay, hele de baharda, ateşlerine düşmemek mümkün değil. Ama beton ve asfaltla, altın ve sigortayla, diploma ve başarıyla, yakıt ve hızla çevriliyken kim, nasıl düşünecek onların iyiliğini? Çok farklı çevirileri ve dolayısıyla anlamları olsa da aklıma not ettiğim hâliyle; “Hiç kimsenin uykusu olmamak bunca gözkapağının altında”.
Bu dizeler Rilke’nin kendi isteğiyle mezar taşına yazılmış. Başka bir çeviri de aynı dize için şöyle bir karşılığı uygun görmüş; “nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci”. Bazen de böyle düşünüyorum, bitkilerin bilinmemesi iyi, güzel, hiç kimsenin uykusu olmaması. Çünkü bugün bilenin iştahına yetişemezler.
Artık daha kırılganlar ve zaten aşırı bir toplama ve yok olma sürecinden yeni çıktılar. Henüz kırdan kente göç bu kadar yoğun değilken toptancıların kırsala gelip bir bitkiyi talep etmesi birçoğunun köklerinin kurumasına yetmiş. Öğrenebildiğim kadarıyla bu bölgede anadolu salebi, kekik türleri, tüylü laden, kapari, kanlıca mantarı, defne bundan nasibini alan canlılardan. Kanlıca mantarı ve defne üzerinde hâlâ böyle bir baskı sürüyor. Salep, yasak ve cezalarla, en çok da artık çok az görülebilmesiyle kurtulmuş. Kekik türleri nüfusun büyük bir çoğunluğu şehre yerleştiği için ve bir bölgede popülasyonları çok azaldığı için toplanamaz olmuş, çünkü gezerek toplamak zahmetli oluyor. Aynı zamanda yoğun toplama bitkilerin/mantarların yok olmasına sebep olan tek tehlike değil. Yol, elektrik, su şebekeleri, madenler, otlatma, tarım gibi daha birçok tehlike sırada bekliyor. Bu bölge için nükleer enerji santralini de listemize koyabiliriz.
Tersine göçle birlikte kıra yerleşen bizim gibi insanlar için yaban bitkileri tekrar ekonominin konusu oldu. Bunun yanında artan doğal beslenme ihtiyacını ve koruyucu sağlık uygulamalarını da, özellikle tıbbi ve ıtri bitkilere yönelen ilgi artışının diğer sebepleri arasında sayabiliriz. Kabaca bir örnek vermek gerekirse ideal koşullarda 1 dönümlük bir alandan 200 kilo kuru kekik elde edebilir ve bu kekikten 2 kilo yağ çıkarabiliriz. Sorun şu ki hiç böyle bir alan görmedim. Kekikler genellikle yamaçlarda, kuytularda, tarla muamelesi görmeyen alanlarda küçük topluluklar hâlinde yaşıyorlar, diğer türler de öyle. Denilebilir ki itelenmiş ve sıkışmış durumdalar. Varlıkları ormanda bir imdat çağrısı gibi duruyor.
Bu yüzden bitkileri doğadan toplamaya cesaret ederken şu kurallara sıkıca uydum;
– Küçük bitki popülasyonlarının bulunduğu yerlerden hiç toplamayıp daha yoğun bitki nüfusunun olduğu yerlerde bitkinin 3/4’ünü başında bırakarak;
– Benden başka toplayan var mı diye bakarak;
– Nasıl çoğaldıklarını öğrenerek;
– Toplama alanındaki diğer türlerin bitkiyle etkileşimlerini izleyerek, öğrenerek (örneğin Marrubium türleri bir kelebeğin yumurtalarının yuvası);
– Tür tespiti yaparak, topladığımız bitkinin endemik, nadir bir tür olmadığından emin olabilmek. Eğer bu kategorilerden birine giriyorsa veya emin olamadıysak toplamamak.
Örneğin ‘ticari’ olarak hem iç hem dış piyasada değer atfedilen bitkilerden olan kekik türleri, yaklaşık 10 yıl önce yapılan bir çalışmaya göre, yayılışları zarar görecek kadar toplandıkları için gitgide azalmışlar. Köylünün dediğine göre zamanında kekikler hep kökten çekilerek toplanmış. Çalışmada verilen bilgilere bakacak olursak durum hiç iç açıcı değil; “Marmaris bölgesinde son yıllarda kekik toplama işlemine nisan ayında başlanıldığı için daha önceleri 400 ton kekik toplanabilen bu bölgeden, toplanan kekik miktarı 100 tona kadar düşmüştür.” * 2014 tarihli bir haberde ise şöyle deniyor; “Tıbbi ve aromatik bitkiler sektöründe yaşanan en büyük sıkıntı ise ürün bulamama kaygısı. Türkiye’de yeterince ürün var ancak kırsaldan kente göç, toplayıcı sayısını giderek azaltıyor. Kırsalda yaşam kalitesini arttırmazsak 10 yıl sonra bu ürünleri toplayacak insan bulamayacağız.” Doğadan çok büyük miktarlarda bitki toplamak hiçbir zaman yapılacak iş değildi ama bu göçle birlikte toplayıcılık bilgisinin de azaldığını hatta bittiğini düşünebiliriz. Asıl sorun da bu bence.
Bu boşluğu şimdi yeni köylülerin daha hırslı bir biçimde doldurduğunu varsaymak için sebeplerimiz var. Doğayı talan etmenin rant kapısı hâline geldiği bir siyasi iklimde, durumun iyileşeceğini düşünmek safdillik olur. Hâlbuki çoğaltmak, tohumdan ekmek o kadar kolay ki. Gramlarla toplamış olmama rağmen bu kurallara uymak da bana yeterli görünmüyor. En iyisi bahçeye ekmek, tohumdan, fideden. Eğer bir bahçe yoksa bitkiler genellikle çok yıllık olduğundan bir vakıf arazisi kiralanarak ekimleri yapılabilir. Dert edilirse bir çözüm bulunur. Doğa bizim iyiliğimiz için gıda/ilaç üreten bir fabrika değil. Sebep olduğumuz kırılganlığı tamir edebilmek için adaletli çözümler bulmak zorundayız. Tohumdan ekimlerde ikinci sene biçilebilir hâle gelmiş olacaklar. Hatta ilk sene de taze olarak yiyebilecekseniz. İşte o zaman, su gibi yapraklar elimize değdiğinde, karşılaşmanın esintisi burnumuza vurduğunda, insan var etmenin akıl edilmemiş yolları üzerine düşünürken buluyor kendini. Düşünüyor, bulabilir, bulacak belki. Ya hiç karşılaşmasak? Zeldin; “Dünyanın gürültüsü sessizlikler üzerine kurulu” diyordu.** Sessizlik karşılaşmaları bitirir. Bunu insan ilişkileri bağlamında kullanır ama söz buradan çıkıp başka yerlere gitmek de ister. Rebecca Solnit’e göre ise sessizlik, ‘dünyanın bizi meşgul etmemesi’ demekmiş.
Andre Le Breton’un “Sessizlik Üzerine” kitabında ise “Sessizlik, sohbet sırasında kişisel iradeyle elde edildiğinde anlama katkı sağlarken şiddet yoluyla sağlandığında anlamda kesintiye yol açar, toplumsal bağı parçalar. Diktatörlük, sözü daha kaynağındayken baskı altına alır, modernite ise onu içi boşalmış bir hâlde çoğaltır. İlkinden doğan zayıflık karşısında durmaksızın savaşırken ikincisinin havasında boğuluruz” diyor.
Bazen sessizlik bazen de konuşma bir şiddet biçimine dönüşebilir.
Öte yandan hem kendiliğinden bitenin ekonomiye konu edilmesi hem de edilmemesi hiç kimsenin uykusu olmamaktır. Bir bitki ancak “ticari” veya “ticarileştirilebilir” bir değer taşıdığında gündemimize giriyorsa bu dünyalarımızın insan merkezli hizaya çekilişinin bir göstergesi olabilir ancak. İnsan kötüden de öğreniyor. Bütün bu eşiklerden geçe göre, sonunda bir tek yaprak dahi toplayamayacak bir kırılganlıkla kalakalıyorum. Soru; yeni köylülerin benzer eşiklerden geçip benzer soruları sorabilecek ve belki aynı inceliğe ulaşabilecek kadar zamanının kalmamış olabileceği gerçeğiyle nasıl yüzleşeceğiz?
* https://bit.ly/2KpBIOl
** İnsanlığın Mahrem Tarihi, Theodore Zeldin, Çevirmen: Elif Özsayar, Ayrıntı Yayınları, 2000