orman varmış, orman yokmuş

Aklımın bir köşesinde durup duran konu, ormanın eğri büğrü bir ağacı gibi dallandı, budaklandı, yerden yayılacakmış gibi yaptı, güneşe doğru uzayayım dedi, insan müdahalesine uğradı daha en baştan, yeşerdiği yerden. İsterdim ki ormanı orman anlatsın ama kalmamış diyorlar. Bizim bu çok biçimli dünyamızda biçimsiz her bitki topluluğu bana orman gibi geliyor oysa.

Yaşar Kemal Yanan Ormanlarda 50 Gün adıyla bir kitapta toplanan söyleşi dizisini Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlandığında, orman köylüsünün orman bitmeden yerinden edileceğini, keçinin tükeneceğini, en büyük başkesenin devlet hâline geleceğini bilmiyordu daha. Artık Yaşar Kemal yok. Yaşasaydı derdim ki “yalabuk”u bu kadar koygun anlatan, kimi hangi dağdan, nasıl kovar?

Kitabın son bölümünü Ahmet Abi’ye okuyorum: “Gördük ki orman içindeki köyler zaten köy değil. Me­sela Hopa’dan Trabzon’a kadar bir tek köy var diyebiliriz. Köyler yok. Dağınık, her biri ötekine bir saat uzaklıkta, beş saat uzaklıkta evlerden meydana gelmiş bir köy diyebiliriz. Maraş’tan Marmaris’e kadar da aşağı yukarı böyle. Böyle köy olmaz. Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde de böyle köyler kalmamıştır. Kalamaz da …. Bu yüzde beş yüz gerilik demek­tir. Bu köylere hiçbir teşkilat götüremezsiniz. Ne okul ne sağlık teşkilatları … Daha bilmem neler … Hiçbir kuvvet bun­ları kalkındıramaz. Çünkü bunlar daha toplum hâline gelememişlerdir. Medeniyete giden yolun ilk kapısı toplum hâline gelebilmektir. Ondan ötesi… Bunlar böyle kaldıkça… bin yıl sonra gene bıraktığımız gibi bulacağız.
Ama onlar oralarda uzun zaman kalamayacaklar. Orman bitip de kayalarla baş başa kalınca göç edeceklerdir.
İlk iş, orman bitmeden bu insanları iskân etmeliyiz. Başka hiçbir çaremiz yok. Orman bitip de bunlar milletin başına bela kesilmeden … İskân etmeliyiz.”

Ahmet Abi’nin yüzüne bakıyorum, incinmiş mi diye. Yok. “Haklı” diyor, “Adam haklı”. “Öyle mi Ahmet Abi,” diyorum, “köylü, hiç bir kerede yüzlerce dönüm ormanı hamuduyla götürdü mü ki?” “Evet” diyor, “O da doğru”

“Sen onu boş ver de bu dağdan inmen gerekiyormuş, ne diyorsun bu konuda?
Gülerek, “Valla benim hiç inesim yok, senin var mı?”, diyor.
“Benim de yok” diyorum.
“Heç ya, ne edeceğin şehre inince”

Başa saralım. Ahmet Abi bir orman köylüsü. Ninesinin ninesi 1857’de bu dağda doğmuş görünüyor, 161 yıl önce. Bu dağın her yalımını biliyor, sanki kendisi tasarlamış gibi. Yaşar Kemal 1954’te bu söyleşileri yayına verdiğinde Ahmet Abi daha doğmamış. Demokrat Parti iktidarda. Yine müteahhitler eliyle kesiliyor Akdeniz ormanları. Yaşar Kemal’in andığı bir rivayete göre Süveyş kanalının kerestesi Güney ormanlarından temin edilmiş. Kitapta bir tahtacı yörüğünün ağzından anlatılan kesimler, müteahhitin dağın bir ucundan girip tümden tıraşlayarak ormanı indirdiği şeklinde. Tapulu, tapusuz kesimler Ahmet Abi’nin hatıralarında da var. Misal bir alanda yemek masası kadar bir yerin senin olduğunu ispatlarsın, içinde meşe vardır, bu alan için “kesime uygundur” yazısı aldın mı etrafındaki 50 dönüm alanı da kesebilirdin diyor. Akıl almıyor ama aklın almadığı “gerçekçi” Arzlıların* hayat politikasına pek uygun düşermiş, her zaman uygun düşmüş.

Dağ köylüsü ormanı yok etmekle suçlanıyor Yaşar Kemal’in söyleşilerinde. Bu sonuca varılmış. Varılmadan önce söyleşilerin içeriğinde o “suçun” içeriğine dair çok daha insaflı, anlayışlı söylemler var oysa. Onlar neden sonucu etkilememiş, orman sevgisinden mi, vazifeşinas orman memurlarının varlığından mı, ilerleme, kalkınma düsturundan mı bilinmez. “Hayda bire” deniliyor. Türkiye’nin geleceği için ormanlar çok mühim madem ancak orayı insansızlaştırarak kurtarabiliriz insanın elinden. Ova insanının yok ettiği ormanlar unutulmuş, onların suçu affedilmiş. Eski ormanların mezarı üzerinde yükselen beton şehirlerden kimseyi kovmak düşünülmüyor artık.

Anladığım kadarıyla bu iskân önerisi 80’lerde uygulanacak olmuş. Fakir orman köylüsünü kıyı şeridine yerleştirmek için köy köy dolaşıp isim almışlar. Ahmet Abi’nin ismi de yazılanlar arasındaymış. Bir sahil kasabasına yazılmış adı, 4 dönüm de toprak verilecekmiş ailesine. Yazılmış da arkası gelmemiş bu hikâyenin. “Heç bilen yok” diyor Ahmet Abi. “Biri aldı da benim adıma oturusa da bilemem”

Ormanı insansız, insanı ormansız düşünebilme işinin acemisiyim. Bir örüntüden, bir ilişkiler ağından ve bu ağın bir ögesi olan varlıkların öneminden dem vururken bunu sadece ağaçların birbiriyle veya mantarlarla veya kuşlarla veya gökyüzüyle ilişkisi olarak değil -daha kolay bir demeyle insan dışının birbiriyle ilişkisi olarak değil- insan dahil tüm canlı varlığın birbiriyle ilişkisi olarak anlama meylindeyim. Kendimi ve sorun sadece benimle ilgili olmadığı zamanda da, insanı ormana ait kılmaya çalışıyorum.

Geçenlerde yeğenimle telefonda konuşuyoruz. Henüz 12 yaşında bir kız çocuğu. Konu belgesellere, oradan ormana geldi, nasıl geldi anlamadan. Bir beton gözenekte gözünü açmış, o gözenekte büyümüş, okumuş, yaşayan bir çocuk. Bir ormana düşmüş yolları, ormandayken kendini nasıl hissettiğinden bahsetmek istedi. Sesi titredi, bir nehir, yalağı dar taşlı bir geçitten vadinin aşağısına nasıl seke seke akarsa öyle. Bunun sebebini merak ettiğini söyledi ardından. “Sence ne olabilir” diye sorarken sesimin çok eski bir hikâyeyi çağırmasına dikkat ettim. Cevap da hemen geldi tabii. “Orada gözümüzü açtık değil mi Teyze?” Evet dedim, orman bizim ilk yuvamız. Hatta ormanın bir adı bile yoktu çünkü gidebildiğimiz, görebildiğimiz her yer ormandı daha. Adıyla çağıramayacak kadar içindeydik onun. Tıpkı balığın denize deniz dememesi gibi. Sonraki ziyaretinde daha koyu ormanlara doğru bir yürüyüş yapmaya sözleşip kapattık telefonları.

İnsanın, insan topluluklarının ormanla kurduğu ilişki onu bir baltalık olarak görmekten kutsamaya kadar yüzlerce biçim aldı. Bugünse orman ekolojisi, botaniği konularında çok daha fazla yayın yapılıyor. Orman düşüncemize bir iklim krizi de eşlik ediyor artık. Belki 50 yıl sonra “hayvan hakları” gibi, bitki haklarından da söz ediyor olacağız. Orman hakları kanunu derken yalnız insanların orman üzerindeki haklarından değil karşılıklı ilişkilerinin hukukundan bahsediyor olacağız. Ama bu, kendi varoluşunu suçtan arındırmış kent soylu bir düşünce pratiği olacak ve ormana yaklaşım zaten dezavantajlı olan kimi kesimlerin -orman köylüleri gibi- yaşadıkları alanlardan sürülmeleri gerektiği düşüncesine yaslanacak gibi görünüyor. Veya onlar zaten azalıyor, uğraşmaya değmez denecek. Ziyaretlik birkaç orman bırakılıp geriye kalan, orman vasfına uygun olmadığı düşünülen her yer talan edilebilecek.

Haklar kuramında bir ilerleme gibi görünen bu yaklaşım yine ormanı kutsalı olarak gören veya ekmeği olarak görenin başka türde bir ayrımcılığa uğramasına sebep olacak, oluyor. “Adam haklı” diyor, Ahmet Abi. Evet, kötü şeyler de yaptılar. Ama bu, daha çok kötülüğü ihraç etme haklarını ellerinde bulunduranların devrettiği bir kötülüktü. Milyonlarca beton gözeneğin kerestesi ormanlardan geldi, geliyor. Ev eşyalarımızın, düne kadar bizi ısıtan sobalarımızın yakacağı da. Ya kumu, taşı, çakılı, madeni adına ormanıyla oyulan dağlar? Ya koca borularla suyu şehre hizmete koşulan dağın gözleri? Ya dağının iklimini değiştiren, buzdan kılıçlarını köyün böğrüne saplayan rüzgâr türbinleri?

1991’de kesim başlamış bu ormanda. Önceki kesimler bir 80 sene öncenin eseri. Her sene bir tepenin üstünü tıraşlamışlar. 3 sene önce bizim oturduğumuz tepe tıraşlandı ve yeniden tohumlandı. Kızılçam tohumuyla. Kızılçam çabuk büyüyen, gençlik ormanı diğer ormanlara göre daha az sorun çıkaran, işletmeciliğe uygun bir ağaç türü. “Ormancılık” dilinde böyle tanımlanıyor. Dolayısıyla bu dağda kesim görmemiş bir yer bulmak zor. Aslında iki köy var. İki köy de muhtarla birlik olup izin vermemiş ormanının kesilmesine.

Tıraşlama yapılan alanlarda genç orman büyüyor büyümesine ama eğimli alanlar yağmurun şiddetinin artmasıyla toprağını günden güne kaybetmiş, ağaçlar değil de ancak çalılar büyümeye fırsat buluyor. Orman tahribatının izi sürülecekse Akdeniz’de sürülmeli. Türkiye’nin keresteliği burası. Nereye kadar gider bu tahribatın başlangıcı? Uygarlığın beşiğine. Akdeniz uygarlıklarına. Maki, ormanı kaçırılan toprakların bitki örtüsüdür. Maki olan yerde bir uygarlığın izi de mutlaka var.

Buraya gelen yol üzerinde şehirde yaşayanların yazın yaylalık olarak kullandıkları evler var. 2 katlı, 5 odalı, garajlı. Şehirdeki evleri de böyle. Ne zordur ısıtmak, ne kereste harcanmıştır inşaatına? Köydeki evlerse küçücük, bir ayağı şehirde olanlarınki biraz büyücek. Olmayanınki ev bile değil çadır. Bir odada soba yanıyor. Eskisi gibi kış da olmadığından 3-5 kütük, 5-10 çırmık yetiyor kışı geçirmeye.

Şehirden biri, cuma günleri köye uğrayan dolmuşla şehre inip şehir kahvelerinden birine oturan bir köylünün- belki eski köylüsü- yanına yanaşıp “kışlık odunumuz yok, ne yapacağız” derse, köylü cebine girecek 3-5 kuruşun hayaliyle daha cami imamı ezan okumadan yola düşüp şehirlinin evinin önüne yıkıyor odunu. Yapan vardır, vardır yapan.

Eskiden yalabuk’da yapılırmış. Burada “Gavlak” deniyor. Veremin mi var, ciğerlerin mi hasta, sıyırırmışsın bir ağacın kabuğunu, kabukla gövde arasındaki incecik zarı yemek için. Herkes de beceremezmiş kolay kolay. Kalın yaparsan kustururmuş insanı. Ama şimdi gavlağın ne olduğunu sormazsan hatırlayan bile yok. Atarsın hapı geçer, ne gavlağı. Yine de hatırası adına Yaşar Kemal’in yalabuk tasvirini buraya koymalı;

“Şimdi elimizde otuz santim boyunda, üç parmak kalınlığında ucu yontulmuş, ardıç ağacından bir keskimiz var. Keskiyi orta yaşlı bir çamın gövdesine dayar, arkasından taşla vurursun. Keski kabuğu deler, ağaca dayanır. Böyle, kabuğu kese kese gövdeden büyük bir parça kabuğu ayırırsın. Esas kabukla, yani dış kabukla, ağaç arasında incecik, sütbeyaz bir zar vardır. Kabuğu gövdeden ayırınca bu zar ayrılan kabukla birlikte gelir. Çakını çıkarır bu ince zarı kabuktan güzelcene ayırırsın. Sonra parça parça kesersin bu ince zarı, sonra yersin. Kokuludur. Çiğnerken kocaman, ke­kikIi, naneli, çiçekli, pınarlı kocaman bir ormanı kendindeymiş sanırsın. Bütün tadıyla, kokusu, rüzgârıyla orman sende uğuldar.

Ağaç da boğmuşlar. Ama yanlış zamanda boğdukları yaşamış. Kolay mı gizli gizli ağaç öldürmek? Medeniyet dediğin elektrik, benzin. Olmasa çalışmıyor hızarın. Baltayla da olmamış işte bak, dallarım göğde!

Evet tarla da açmışlar. Azar azar, yavaş yavaş, metrekare,metrekare. Ama çoğunu orman geri almış. Sanki orman durur mu? Tarlanın başında bekleyeni, bekoyla1 içine gireni, çalısını temizleyeni yoksa hemen geri alır. Yürür o, yürür, koşar bazen. Kimi tapulu yer davalık, bekliyor mahkemesini. Ormanın mı olacak, insanın mı? Bekleyen kalmayıncaya kadar sürecek davalar bunlar. Eskiden 100 çadır kurulurmuş bu dağda. Mal çadırı. Keçi çadırı. Keçi ormanı yermiş, kermes meşelerinin gençliğini yiyip yerden bitme ot gibi yayarmış da büyümesine izin vermezmiş. Evet, böyleymiş. 100 çadır, yüzünün de yüz keçisi. Eder mi on bin keçi. Şimdi kalmış 4 çadır 300 keçi, malcılık yapan son kuşak. Şehre akın var akın. Gençler şehirli rüyalara yattıklarından beridir. Orman bitmez denirmiş. Bitmez mi, bitecek olmuş yaaa. Keçi bitmez denirmiş, bitmez mi, ha bittim ha biteceğim. İnsan bitmez denirmiş, çıt yok.

Şimdi ihalede ormanlar. Bu defa aktör özel şirketler. Daha güçlü ve arkasına jandarmayı alacak bir “Otlatamazsın, YASSSAAAAK!” tek çadır koymaz bu dağda.

Uygarlığın yüz bin yıl geçse de gelip görmeyeceği yaşamlar bunlar. Gelmediler ama yollarını, elektrik direklerini, televizyonlarını gönderdiler. Televizyonları 24 saat iştah yayını yaptı. Her şeye acıktırdı, alıştırdı insanı. “Cahildir köylü”. Bir filtre edinemeden iştahın her türlüsü bünyesinde bitiverdi.

Bilgi bir elde toplanınca ve bu toplaşmanın tüm yolları mubah ilan edilince ne kolay oluyor cehaleti mahallemizden kovmak. Bir “Suçlu kim” oyunu. Yargılayan diyor “cahildir köylü”, yargılanan diyor “adam haklı ama gidesim yok.”

Velhasılı neresidir insanın yuvası?

*Ursula K. Le Guin “Dünyaya Orman Denir” kitabında geçen ormanı yok eden toplumun adı.

1 Yerel halk arazilerindeki tüm bitki örtüsünü ve kayaları çıkararak tarlayı tesviye etme işlemini yapan iş makinalarına “Beko” diyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yukarıya kaydır