kuşların kışı geldi

Her ne kadar insanın kışı gelmediyse de kuşların kışı geldi. Biri kalkıyor öteki konuyor sumağın başına. Son on dakika içinde pencereden görebildiğim sumağa iki ardıç kuşu, bir karatavuk, bir baştankara tünedi. Bu kuşları, bu telaşı, bu ürkekliği isimleriyle anmam kişisel tarihimde daha dün. Bilmek normalde bir güç verir insana. Oysa bende her zaman bu gücü neden edindiğim, nasıl kullandığım sorusuyla birlikte geldi.

Ardıç kuşunu ardıç meyvelerinin çimlenmesini sağlayan kuş olarak tanıdık. Öyle ki onlar olmasa ardıç da olmazdı. Ama bu bilgi diğer kuşları suçlandırmıyor mu? Onların işi ne ki? Boşuna mı uçuyorlar? Derken hayvanlara veya bitkilere ekolojik hizmetlerinden dolayı bir nevi ödül verme aşamasına geldik. Özen ve dikkat ödülü, varlıklarına şans tanıma veya canlarını bağışlama ödülü. Ancak yine de gösterişli, sevimli, güzel olmadıkları sürece bu ödüllere herkesi aday gösteremiyoruz. Dikenli bir çalı, bize kötü kokan bir çiçek, çirkin bir çekirge yarışmaya bile giremez örneğin. Çünkü katılmak için upuzun bir kurallar silsilesi var.

Son zamanlarda çeviri yayınlarla, kendi dilimizde okuyabildiğimiz eserlerle, gezilerle, turlarla olsun genel olarak doğal ve doğal olmayan diye ikiye ayırdığımız dünyanın, iki gözlü, iki bacaklı ve kültürlü bireyleri bize ormanda nasıl yolumuzu bulabileceğimizi, suyun, kuzeyin, yiyeceğin, kuş seslerinin, kelebek desenlerinin anlamını öğretiyor. Öğrenmeyi kişisel bir deneyim olmaktan çıkaran, bir etkinliğe, alışverişe çeviren şeyle savaştığımı düşünmeme rağmen ben de bu tuzağa düştüm, düşüyorum. En başta dil buna o kadar uygun ki hatta neredeyse insana başka kapı bırakmıyor. Tabii sadece dil değil, “yararlılık” düşüncesinin egemenliği -eğer kullanılıyorsa/varsa- sosyal medya veya çevre yoluyla da insanı bu kapana tıkmaya çalışıyor. Bir bitkiden mi bahsediyorum, “bunun yararı var mı?”, küçük bir böceğe mi bakıyoruz, “zararlı mı?” Üretilmeye devam eden bunca bilgiden sonra ise en azından bazılarımız için yeni önerme şöyle bir şeye dönüştü; “bahçemize zararlı ama “doğaya” yararlı.” Dolayısıyla biraz tahammül gösterebiliriz belki de. İşte bu yüzden de önemli John Fowles’ın Ağaçlar’ı.

Önsözü yazan William Fiennes, Ağaçlar’ın karşı çıkılacak ve kavga edilecek bir kitap olduğu kadar temelinde yatan sorunun çok muazzam ve gerekli olduğunu belirtiyor; “İnsandışı dünyayla ilişkimizi nasıl kavrayacak ve oluşturacağız?” Elbette 1979’da yazılmış bir kitap için sorulan bu soru bize hiç yeni bir soru gibi gelmeyecektir ama eskimediğini söyleyebiliriz. Kimileri bu kavrayışın kendiliğinden ve salıvermeyle olabileceğini düşünüyor. Bazı şartlarınız buna uygunsa ve düşünmemeyi becerebiliyorsanız pekâlâ olabilir. Yine de kimse bir garanti veremez; tam o sırada az önce adımladığınız orman yoluna iş makinaları mıcır devirebilir ve yol asfaltını beklemeye koyulur. Düşünmeyle malulüm. Kimileri ise ormanın, uzakta bir yerde görülen derslere dönüşebileceğini düşünüyor. Belki baltalar elimizde değil ama “eğitim” her zaman cebimizde.

Kavgamıza başlayalım o zaman. Fowles, illa bir yere dahil edilmem gerekiyorsa benim de itildiğim “doğa yazını” diye özetleyebileceğimiz tür hakkında görüşlerini cüretkâr kelimelerle anlatır; “Doğayı tartıştığımızda bile ben hemen, iki farklı şey üzerinde konuşuyor olduğumuzu hissederim: Onların açısından soyut bir entellektüel konsept, benim açımdansa, en derin değeri, sözcükler sanatı da dahil hiçbir sanatla doğrudan tanımlanamayacak oluşunda yatan bir yaşantı. (…) Bunu sözcüklerle yakalamaya kalkışmak beni doğrudan doğaya isim takanlarla ve onu güya sahiplenenlerle aynı gemiye koyar; yani öğrenmeyi en çok istediğim şeyden sürgün eder beni. (…) Böyle bir betimlemeye girişmek, yakalanamayacak bir şeyi yakalamaya kalkışmak gibi. Bunun tek amacı ancak, betimleyenin havasını arttırmaktır; duygusal doğa tarihi yazarlarının birçoğunda gayet acı bir şekilde belirgin bir fonksiyon bu.”

Hemen arkasından Yves Bonnefoy’dan, okuyucuların Ağaçlar’a bağlamasını umduğum uzun bir alıntı yapacağım;

“Kelimelere anlam yükleyerek iletişim kurar, algıladığımız gerçekliğin, varoluşun farklı yönlerini yorumlar ve içinde yaşadığımız hayatı oluştururuz; ama diğer yandan da çıkardıkları seslerde düşünebileceğimiz ya da söyleyebileceğimiz her şeye yabancı bir şey fark ederiz. Bu kavrama bizi öze sürükler ve bizi şekilsiz bir taş kütlesi ya da yıldızlı bir gecede gökyüzü tahayyülüyle baş başa bırakır. Düşündüğümüz ve bildiğimiz her şeyin üstünde ve dışında yer alan pür ses, bilgimizin sınırları dışında kalan, kelimenin nüfuz etmediği ve dolayısıyla bütünlüğü bozulmamış olan gerçekliği; kısaca birlik ya da mistik olarak nitelendirdiğimiz bir deneyimi algılamamızı sağlar.

; ” (…) Ardından kendimizle olan ilişkimizin bu gibi temel yönleri türlü muammaya dönüşerek ve bizi “içi boş maddi şekillerden” yani diğer bir deyişle varolmayıştan başka bir şey göremeyecek hâle getirir. Evet, sadece bizi gerçekliğin en derinine götüren ve anlamın getirdiği bütün yanılsamalardan arınmış hakikati bize getiren kelimelerin sesine kulak vermek için kendimizi anlamdan bir parça mahrum bırakmış olsak da artık kendi vücutlarımızda ve bütün varlığın özünde yatan bu derinlikle iletişime geçme fikri zihnimizde zuhur etmiştir. Sözcüklerin sessizliğinden geçse de, bu yol var olma bilincine erişmenin en kesin yoludur. Sözden geçen bir dünyaya erişmek, hiçbir şeye sahip olmamak; hiçbir şey olmamaktır. Hiçliğin esasını salt var olmayışla kavramak sözün yokluğunda var olmaktır. “

Yani oluştan varolmayışa ve oradan kesin bir varoluşa giden yollar da var. Söz; “türlü muammaya dönüşerek”, sözün yokluğuna da varabilir. Bağlamından kopararak ansam da Bonnefoy’un şu dizeleri bize bunun yollarını gösterebilir;

“Anlamlarını aramama gerek yoktu
bu sözcüklerin
içimdelerdi çünkü çocukluğumdan bu yana
tek yapmam gereken hatırlamaktı ve sevmek
ne zaman hayatımın derinliklerinden geri gelirseler”
**

Ağaçlar’a dönelim; “…Viktoryen bilimin doğaya karşı tavrımızda yarattığı en zararlı değişim, doğayla ilişkimizin amaçlı olması, daima daha çok bilgi peşinde koşması talebindedir. On dokuzuncu yüzyılda daha ziyade gençlere yönelik sayısız ucuz dergide sergilenen bu dehşetli ciddi ve püriten yaklaşım iki tane çok zararlı sonuç getirdi. Birincisi, çağdaş batılı insanlığın çok büyük çoğunluğunu tamamen bir görev ya da bir okul dersi haline gelen bir şeyden uzaklaştırması; (Yazı Yaban notu: bu satırların doğru çevrildiğinden emin değilim.) ikincisiyse on sekizinci yüzyılın, doğayı düşünürler için bir ayna, duygulanımlar uyandıran bir şey, bir zevk, bir şiir olarak gören daha aklı başında yaklaşımın unutulması. Bunun entellektüel nedenleri de var. Darwin, duygusal saflığı, esasen kişisel yahut estetik bir yaşantı biçimindeki doğayı hafiften kötü hale getirdi. Görünürde buhar makinası gibi demirden bir mekanizma ortaya atmakla kalmadı, keşif yöntemiyle ve büyük muammayı çözmedeki başarısıyla, amatör doğabilimciler için aynı şekilde demirden ya da tek yanlı bir model oluşturdu ve eski, daha insani yaklaşımın çocukça görünmesine yol açtı. “İyi” bir doğabilimci bugün ancak, çalışmaları, alanındaki profesyonel bilimciler tarafından değerli bulunan kişi demektir.

Diğer bir yabancılaşma ögesi de farklı bir şekilde seçici davranan sinema ve televizyonla geldi. (Yazı Yaban notu: Bence doğa fotoğrafçılığı da eklenebilir.) Bunlar doğanın gerçeğini sadece başka bir gözle değil, konu seçiminde ve yaklaşımında , yeniliğin yahut ender bulunurluğun baskın rol oynadığı bir versiyonunu sundular. (…) bugün artık herkesin başkalarının gerçek şeyler ve olaylarla ilgili görüntülerine ve görüşlerine erişebilirliğinde elbette bazı toplumsal yararlar vardır; ama Linnaeus sisteminde olduğu gibi bunun bir bedeli var. Kameranın sizi Afrika cangılının en diplerine, uçsuz bucaksız Arktika’ya, denizin otuz kulaç dibine götürmesi “modern teknolojinin mucizesi” gibi görünebilir; ama seyirciyi doğanın gerçeğine yaklaştırmaz yahut insanlarla çevrelerindeki gerçek doğa arasında daha doğru dürüst br ilişki sağlama olasılığı, sırf roman okumakla roman yazmanın öğrenilebileceğinden daha fazla değildir. Bu konuda söylenebilecek tek şey belki yararlı olabileceğidir; çok daha yaygın bir sonuçsa, insanların bu konuda uğraşmanın bile gereksizliğine inanmasıdır.”

Ve tartışma devam ediyor. “Şekilsiz bir taş kütlesi ya da yıldızlı bir gecede gökyüzü tahayyülü” ya da salyangozun ayak izleri ya da tombul çekirgenin çiftleşme çağrısı yitip gitmeden.

* https://www.cins.com.tr/2018/11/yves-bonnefoy-siir-asla-bitmeyen-bir-istir/

**“La maison natale”, The Second Simplicity, s. 88., Yves Bonnefoy. Çeviri: Yağız Ay, https://birikimdergisi.com/guncel/7802/yves-bonnefoy-icin-onun-dokunusu

Yukarıya kaydır