Balkıyan tilki, tilkilerin tavuklara ve kedilere zarar verdiğine dair kimi yazışmalara neden olurken aynı zamanda çok ilgi gördü. Söz konusu başlıklar benim de sıkça tartıştığım, düşündüğüm, bir adalet terazisi oluşturmaya çalıştığım başlıklardı; evcillik, hayvancılık, evcilliğin karşısında yabanılın durumu, bitkilerin hayvanlara gösterilen ilgiye mazhar olamaması gibi. Verilen karşılıklar, halihazırda kendime sorduğum kimi soruları besleyip bir yazıya dönüştürdü.
Werner Herzog Grizzly Man belgeselinde bize; dünyanın öte köşesindeki yerlilerin dilinden, insan ve hayvanlar arasındaki sınırı görmemiz ve saygı duymamız gerektiğini hatırlatır. Bununla birlikte belgeselin kahramanı Timothy Treadwell’in kameranın önünde bir itirafçıya dönüşmesinin, insanların içinde bulamadığı anlam arayışına Alaska’da Grizzly Bear’ların arasında devam etmesinin ve ne insan dünyasına ne de hayvan dünyasına ait olamamasının hikâyesini izleriz. Luc Jacquet de pek bilinmeyen Arkadaşım Tilki’de benzer bir işe soyunur. Her ne kadar film, bir tilkiyle çocuğun arkadaşlığı olarak yorumlansa da aslında bir yabanılla evcilin çatışmalı ilişkisidir gördüğümüz. Yine sınır ihlali söz konusudur. Çocuğun sahipleniciliğiyle bu sınırı tanımak istememesi neredeyse tilkinin hayatına mal olacaktır. Tilkiyi gördüğümde aklımdan bunlar da geçiyordu. Aslında her tilki gördüğümde geçiyor. İki yapım da bende derin izler bıraktı. O kadar çoğum ki türüm insanla tilkinin bir arada görülmemesi gerektiğini çoktan unuttu. Sınırın tilkiye ait tarafında yaşadığımdan eminim. Nereye taşacak ki bu çokluk, ihlal etmeden? Ne yaparım da, çokluğun bir üyesi olarak yarattığım, süresi itibariyle geçici, etkileri itibariyle kalıcı da olabilen bu ihlale bir anlam katabilirim, diye eyleşiyorum. Buradayım ve kuş adımları edinmekle meşgulüm. Varlığımın tek amacı bu.
Kantarın topuzu
7 yıldır bu yabanda gördüğüm kedinin haddi hesabı yok. Tilkiyi ise hepi topu 3- 5 kere canlı görebildim, o da kaçarken. Geri kalanı bir taş yığının üzerinde, bir toprak parçasında, ya da asfaltta vurulmuş veya ezilmiş yatıyordu.
5 kediyle birlikte yaşıyoruz; Ömür, Acayip, Zarif, Buluntu ve Saçma. Bu macerada yitirdiklerim de oldu; Dost, Nenni, Fırtına ve Ceviz. Nüfuslarını azaltmaya, hatta mümkünse hiç kedi beslememeye uğraşıyorum. Ancak bu mümkün olamıyor. Hem kedilerle ilgilendiğinizi gören yerel halk başından atmak istediği yavruları yakınlarımıza bırakıyor, hem de ilgi ve müsammahaya aç kediler bahçeyi yoklayıp uygun bulurlarsa yerleşmeye kalkıyorlar.
Kedileri sevmek, çok olduklarını, sürüngenlere, uçana kaçana yaşam hakkı tanımadıklarını görmemi engelleyemiyor. Örneğin bu bölgede endemik bir yılan türü yaşıyor; Bolkar uysal yılanı. Kireçtaşı kayalarında yaşayan Mut kantaronu gibi. Ömür kadar seviyorum onu. Saçma kadar. Ama kedilerin, iki bireyi öldürdüklerine tanıklık ettim. Kedinin tarafını tutamam. Kedinin tarafında olmak, insanın tezgâhının tarafında olmak anlamına geliyor. Burada sorun hayvanların birbirini yemesi veya öldürmesi değil elbette. Hayat-ölüm-hayat dünyanın çalışma ilkesi. Sorun bu aşırılığın yaban hayatı üzerinde yarattığı etki. Sonuçta kedilerin çokluğu insanların çokluğu anlamına geliyor. İnsanla kedinin kurduğu yüzyıllardır süren ilişki, bize miras kalan. Mirası reddetmek veya böyle bir ilişki yokmuş gibi davranmak işe yaramıyor.
Kedilerden yana saf tuttuğumuzda yaşadığımız coğrafyaya göre düşmanlaştırmamız gereken yaban hayvanları listesi bir hayli kalabalık olacaktır. Hatta yaban hayvanlarından önce liste başını şunlar kapacaktır; köpekler, tarım zehirleri ve trafik. Örneğin Nenni’yi yine aynı bahçeyi paylaştığım köpeklerden biri olan “Misket” öldürdü. Ceviz’i ise bir keçi sürüsünün köpeği olan Toni. Misket’le aynı evi paylaşmaya devam ediyoruz, Toni ise rehberim. Onlara küsmenin veya aynı şiddette bir eylemle karşılık vermenin bir anlamı yok köpekler açısından. Hatta benim açımdan da.
Öte yandan “ama Tilki’ler kedileri yiyor” dediğimizde Türkiye’de hâlâ zoruncak da olsa yaşayan ve bulsa muhtemelen evcil kediyi yiyecek olan kedi türleri de aklımıza geliyor mu; Karakulak, Vaşak, Saz kedisi, Yaban kedisi, Kafkasya leoparı? Kafkasya leoparı’nın dünyadaki toplam nüfusunun 870-1290 arasında olduğu düşünülüyor. İnsanlar ise 8 milyara yaklaştı. Yüzyıl sonunda 14 milyar olacağı düşünülüyor. Evcil kedilerin 1 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın 2020 yılında yayınladığı bir rapora göre tüm yaban hayvanlarının nüfusu ise son 50 yılda %68 azaldı. Ortada çoktan topuzu kaçmış bir kantar var. Elbette bu evcil kedileri veya herhangi bir türü azaltmak için öldürebileceğimiz (resmi söylemle “itlaf edebileceğimiz”) anlamına gelmiyor. Eğer çoğu kez öne sürülen bazen de bir devlet politikası hâline getirilen bu yöntemin doğru olduğunu düşünüyorsak azaltılması gereken türün hangisi olduğu gayet açık: “İnsan”.
Tehdit
Balkıyan Tilki yazısı, yabani bir hayvana gösterilen ilgiyle yabani bir bitkiye gösterilen ilginin neden açık ara farklı olduğunu sorgulamama sebep oldu. Üstelik her hayvana da değil. Örneğin “Mesut Abi” pek kimsenin ilgisini çekmedi. O da bütün gün şu şarkıyı mırıldanıp durdu; “Babamız bizi sevmedi hiç, çirkiniz, çirkiniz”. Yazı Yaban macerası başlayalı beri her zaman “sevimli” hayvanlarla ilgili bir içerik daha fazla karşılık buldu. Elbette bu başka birçok parametreye bağlı olabilir, bununla birlikte sıkça karşılaştığım genel bir eğilimden bahsediyorum. Bu ilgi farklılığının yeri geldiğinde bitkilerin veya “çirkin, korkutucu” hayvanların varlığına yönelik bir tehdit olup olamayacağı sorulmaya değer veya belki hâlihazırda cevabını bildiğimiz bir sorudur.
Bayrak ve düşmanlar
11 yıldır devam eden kırsal deneyiminin ilk 4 yılı tavuk besleyerek geçti. Taktığım su katılmamış insan gözlüğünden yeni yeni soyunmaya başlıyordum. Kümes uyduruktu ama sansar suçluydu. Tavukları kaçamayacakları bir kümese kapatıyorduk ama kabahat gelincikteydi. Gönül almaz bir yaşam biçimi uydurmuştuk, bayrağımızı çekmiş onu bunu düşman ilan ediyorduk. Sansar neden gidip doğadan avlanmıyormuş da sahipli tavuğu yiyormuş. Hâlbuki zorunlu eğitim sansar için var, değil mi? Aynı anda hem neden vahşi olduklarını hem de neden doğadan avlanmadıklarını sorgulayabiliyoruz. Bu dağdan haberler geçip duruyorum; “Doğa nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu”. Yabanı bilmeyen onu her yerde görebildiğini sanıyor. Gördüğümüz “terbiye” oysa. Tüm Türkiye’de yaşayan Kafkasya Leoparını iteleye iteleye İran, Ermenistan sınırına kadar sürmüşüz. Aynı kaderi insan da paylaşırken, dönüp neden bakmaz Kafkasya leoparına, kaderdaşına. Belleville’de Randevu’da ne güzel anlatılır bu iteleme hikâyesi.
Burada eceliyle ölecek tavuklarla yaşamayı da hayal ettim hep. Yumurtalarını çalıp makineye koymayayım, sakat doğanı tavukların önüne atmayayım, kesmeyeyim, yemeyeyim, zorlu olanını defetmeyeyim. Yaşayalım birlikte sade. Bahçedeki varlığının kendisi başlı başına hediye ne de olsa. Her zaman olduğu gibi gerçeklerle en ufak bir akrabalığı olmayan ham hayal. Gerçeklerle alakam olabilse dağ başında işim ne ki zaten? Tilki gibi kaçtım ben de o gerçeklerinden. Tilki gibi kaçtım ben de iştahından. Tilki gibi kaçtım ben de zulmünden. Kaçamadım da hani -çünkü gerçeklerin her yerde belirme gibi bir huyu var- kaçabilirmiş gibi yaptım. Kafa kesen, haraca bağlayan, nefes aldırmayan, boğan, düşmanlaştıran bir gerçek bu. Mesela biri, atıkları geri dönüştürmenin maliyetini kaldıramayacak ekonomimiz -boy boy hırsızı kaldırdı öte yandan- denizleri salyalara boğmakta haklıdır da der. Böylece gerçeğin altına süpürür suçu. Kimin gerçeği bu?
Tavukları serbest bırakacaktım. Çünkü tavuk nihayetinde benim evcilliğim neyse o. Elinden tüm yaşama kudreti alınmış lop et. Geri kazanacaktık onu birlikte. Tırnaklarımızla kazıyarak. Ağaç dallarına tüneyerek. Toprağı eşeleyerek. Yine de sırtını insana, kümese dayayan tilkiye yem olmaktan kaçamaz, giderek azalırdı evcil olanlar. Kavgacılar, dikenliler, huysuzlar, belalılar kalırdı geriye. Başı erken kesilen yaşardı bu bahçede. Kalanlar da bilirdi; tilkiyle hatta alıcı kuşla, kartalla, şahinle dövüşmeyi.
Gel zaman git zaman bulutlar dağılıverdi. Anladım ki ben tilkiyim, yılanım. Gözümü dikmiş yabana bakarken tavuk mu, hâle giden meyve mi, “normal” bir insan mı olacaktım ya? Şu dağda ve dünyada, yabanın, tohumundan hayvanına -insan dahil- vurulmuş, asfalta yapışmış bedenine bakmaktan, bunu kendinde hak görenleri dinlemekten, görmekten, izlemekten yoruldum.
Tilkiyim ben; aaaaauuvvvvvv!, yılanım; tısssss!, yabanılım, daha sesini arayan. Bu da “gerçek” sayılsın.
Not: Bolkar uysal yılanının ölüsünü göstermek istemedim. Görsel kaynağı: http://www.turkherptil.org, Fotoğrafçı: Bayram Göçmen (Saygıyla anıyorum.)