zemberek

yaban domuzuna…

Ne yalan söyleyeyim seninle karşılaşmaktan ürküyorum. Buraya ilk taşındığımızda, bir tapuyla mülkiyetimizin tescillendiği tüm toprak parçasını değil, sadece içinde yaşayacağımız kulübenin etrafını telle çevirmiştik. Senin varlığından haberdardık ve ikimizi de gereksiz ve belki kötü sonuçlanabilecek gerginliklerden korumak için çit çekmenin iyi bir seçenek olabileceğini düşündük. Henüz toprağı tanımıyordum. Peşimden getirdiğim saksı çiçeklerimden başka ekecek, koruyacak bir şeyim yoktu. Birkaç gün sonra belki her zaman katettiğin yolu kullanarak geldin ve burnunu çitimize dayadın. Öyle bir sesti ki duyduğum, “ormanların gümbürtüsü” diyerek uyanıp dışarı çıkmış, elimde bir fenerle sesin kaynağını bulmaya çalışıyordum. Fenerin ışığıyla parlayan gözlerini gördüm ilk. Her şey çok hızlı gelişti; ama sanırım domuz toplumunun 6-7 ferdiyle karşı karşıyaydım. İlkti benim için bu karanlık, ilkti benim için fenerin ışığında balkıyan gözler. Sonra homurdanan sesini duydum. O sesleri bana bırakıp arkanı dönüp ormana karıştın. Bu şimdilik seninle son karşılaşmamız oldu. Ama bu tepeyi bir çember çizerek dolanıyoruz. İzlerini takip ederken, bıraktığım izleri takip eden sen.

Bundan sonra yiyeceğini bulabilmek için burnunla koklayarak teptiğin yollar seni buraya çıkardığında yolunu değiştireceksin. Bu benim de çok sık kullandığım bir yöntem; yolunu değiştirmek. Yuvan olduğunu bildiğim yerlere yaklaşmamaya çalışıyorum. Eğer bir orman gezisinde rastgele keşfettiysem de sakince ama bir an önce oradan uzaklaşmaya bakıyorum. Domuz yatağında sen yoksan da homurtun yankılanıyor, sen yoksan da kokun buram buram var.

Çitlerin davetkâr olduğunu bilmeyen mi var? Bir zaman sonra mevsimine göre uğrağın olacak bizim yuva. Senin gözünden baktıkça, beni sürekli çiti aşmaya iten bir çağrıya dönüşüyor toprak. Ağaçlar ekecek, toprağı eşeleyecek, besleyecek, tohumlar saçacak içerdekini dışarı taşıracağım. O zaman bu kavak odunlarına gerilmiş geniş baklalı metalin her baklasından yemyeşil bir dal uzayacak, nerede başlayıp nerede bittiği bellisiz olacak çitin. Yolcudan yolcuya küçük bir armağan, aşamadığın yemişli bir kayadan fazlası olmayan.

Aslında seni bir kere gördüm, Kazdağı’nda mantar toplarken. Şöyle uzaktan bir karaltı gibi görünüp kayboluverdin. Pek görmek de sayılmaz hani. 80 yaşındaki ninelerden, 10 yaşındaki torunlara kadar pazar torbasını alan, çıkmıştı mantar toplamaya, kapmıştı bir tepenin başını. Belli ki mantarına ortakçı bu kadınlara alışıktın. Belli ki orada insana karşı daha korkusuzdun, Milli Park alanında, sen sınırları nerede başlar nerede biter bilmesen de, bir yaşam korunağın vardı. Ama bu “korunak” varlığın üzerindeki baskıyı artırıp bir “yerli yerine” durumu yaratırken, hayat orada güzel mi bilmem! Hayvanat ve nebatat bahçesi birlikte. Fazla kurulmuş bir zemberek, neyi gösteriyorsa.

Karıştırdığın, eşelediğin tonlarca toprağın, bu çorbada pişen tohumların tanığıyım. Bokunu görüyorum, sırtını kaşıyarak çamur içinde bıraktığın ağaç gövdelerini, ayak izlerini, sen içtiğinde hayvancıların* keçileri içmez olduğundan, hangi yalaktan su içtiğini. Serin, nemli, ormanın kuytusundaki yazlık evlerini ve kışlık daha korunaklı yuvalarını. Bazen keyif için bedeninde açılmış kurşun izlerine rastlıyorum, çürüyen bedeninin kimseyi rahatsız etmeyeceği tenhalarda. Ve doğanın tüm canlılarıyla birlikte seni nasıl çürüttüğüne. Etin burada ekonomiye konu, keyfe malzeme. Yaz gelip de sahilleri turistler doldurduğunda otellerden yükselen bir yaban domuzu talebi oluyormuş rivayete göre. Taşınması zor olmasan belki taliplin çok olacak. Neyse ki attığın taş ürküttüğün kuşa değmez hesabından kurtarıyorsun canını. Bir de sen kestaneyle, tatlı patatesle doyurmuyorsun ki mideni. Deniyor ki o zaman çıkarmış etinin lezzeti. Akdeniz güneşi çarpsa da seni, kurutarak toprağın nemini, kurtarandır aynı zamanda. Nedir seni kanaat ettiren baharın solan bu canlılığa? Sen de ağaçlar gibi köklerinle bağlı mısın toprağa? Hiç şu dağı aşıp, burnunda uzak diyarların kokusu dönen oldu mu aranıza? Sonra döküp o kokuları önüne, düşürdü mü seni bir hayalin peşine? Gülme sorularıma, farz et ki bu, bir domuzla, tüfeğini yere bırakmış bir avcının ruhlarının karıştığı bir masa.

Buralarda şerefine kurulan kapanların senin yerine bir oklu kirpiyi yakaladığını biliyor muydun? Kirpi kurtarabilmek için kendini, kemirip ayağını, bırakmaya razı olmuş kapanda. Ama belki tam becerecekken gelip öldürmüşler onu. Söylentilerin idare ettiği bir dünyanın oklu kirpisi için diyorlar ki; iyi ettik öldürmekle, eti basurumuza iyi gelecek. Soruyoruz var mıdır, aslı? Cevap yok. Aslında bir domuz türü olduğunu, (Hystrix indica) yanlış bir isimlendirmeyle kirpi olarak bilindiğini söyledik de basurlarıyla yaşamaya razı ettik kimini. Basura iyi gelen onca bitki varken ona gelmesin sıra. Oklu domuz ne güzel bir canlıdır. Bazen onun da, kendini tehdit altında hissettiğinde fırlattığı oklara rastlıyoruz ormanda. Aman anlattığım şeye bak, sen zaten bilmez misin hısımını?

Senin hakkında anlatılan hikâyeler o kadar çok ki. Kulübeden sonra, onararak içine yerleştiğimiz evin eski sahipleri bir gün yavrularından birini ormanda tek başına dolanır bulmuş. Alıp eve getirmiş, bakmış, büyütmüşler. Başını okşamışlar mıdır, “bir ara salarız ormana” demişler midir bilmiyorum. Belki dişi bir yavruydun, çok büyümez dediler. Gel zaman git zaman bir gün büyücek yavru, insanın kendine ayırdığı yiyeceğe göz koyarken yakalanmış, götürüp ormana sıkmışlar kafasına. Domuz toplumunda da iyiler, kötüler var mıdır? Çeşitli şekillerde, kokulandırarak belki “şu ala domuzun çok kötü huyları var” der misiniz birbirinize? Diyor olmalısınız; çünkü bazen sürüden ayrı düşmüş yalnız bir domuzun izini de görüyorum. Ama belki de bu izler, yalnız dolaşan bir erkek domuza aittir. Çünkü deniyor ki dişinizle erkeğiniz ayrı gezer, çiftleşmek için buluşurlarmış. Pek sinirli olurmuşsunuz o vakitler. Bir mücadeledir gidermiş aranızda, kaybeden de hıncını çıkarırmış önüne gelenden.

Uzun evcilleştirilme hikâyene rağmen hâlâ yabansın. Sen de köpek gibi insanın çöpüne mi yaklaştın, ektikleri buğdaya mı göz diktin, seni kutsal kılan bir nişanın mı vardı, veya hayvan sahibi olmak mı zengin kılıyordu insanı? Belki hepsi birden. Evcil domuzlar zamanlarının %80’ini dinlenerek geçirirken, bu ormanın başında ve sonunda, altında ve üstündesin sen. O ormanda bir yabaniyle evcilin karşılaşmasını dikizliyorum yalancıktan. Yabani olan durup düşünmüyor bile, kimsin sen? Ne bir beklenti ne de merak, herkes durduğu yerde güzel sanki. Birbirini bilmeyen iki dünya. Evcilin korkusu yaman, yabanın yolu uzun.

Bir keresinde burayı bir sıcak basmış, bir sıcak basmış. Zaten kurağı meşhur; ama öyle böyle değilmiş bu defaki susuzluk. Yüzyıllar önce yapılan yağmur kuyularındaki su bitecek olmuş, su seviyesi indikçe, çekmek için iplere bağlanan tenekelerin, az kalsın kısa gelecekmiş ipi. Elbette o zamanlar bu dağda 100 çadır kurulur, 100 çadırın da keçisi, ineği yabanda otlarmış. Ormanlar da henüz kesim görmemiş, “buraya giremezsin, şurada otlatamazsın” yasakları da konmamışmış. Nasıl susuz kaldıysan atmışsın kendini dipsiz bir kuyuya. Kuyunun ağzında küçük bir gökyüzü parçası, doyarak suya… Sonra kuyulara kapak koyar olmuşlar, su seni cezbetmesin, deli etmesin diye.

Senin yüzünden bahar geceleri buğday toplanıp patozda çekilene, yaz sonu üzümler bağdan kaldırılana kadar uyku haram bize. Senin yüzünden değil de seninle yaşamayı bir türlü öğrenememiş insan soyu yüzünden. Kim kimin ekmeğine göz koymuş, cevabı bilinmeyen bir soruymuş. Yemişini yediğin ağaçlar, kökünü kemirdiğin bitkiler, büyümesini sabırla beklediğin mantarlar, yemeğe bayıldığın solucanlar itelene itelene açılan tarlaların baş düşmanı olmuşsun. Sana insandan başka düşman yok muymuş? Varmış bir zamanlar, burada “karaböcü”, “canavar” diyorlar, ormanın bir sahibi de kurtlar. Karı bol kışların ardından keçi sürülerine saldırır, 3’ü, 5’i öldürür, bazen gözü kararınca, ağıla dalar, bir keçiyi kaparmış sürüden. Kökünü kurutmuşlar da sana gün doğmuş. Canavar gidince, keçiler, bir tepenin başında yavrulayıp da sürüsüne dönmeyiverince çobanların yüreğini al basmaz olmuş. Keçiler kurtulmuş kurtulmasına; ama buğdayları, bağları kim kurtaracak? Sayende canavarı özler olmuşlar. “Hata ettik” diyorlar, “canavar gidince bu dağı bastı domuz.” Güya orman işletmesi bir iki kurdu boğazlarına taktıkları izleme cihazlarıyla salmışmış ormana. Hatta kurtlardan biri bu yakınlarda bir çobanın ağılına dadanmış. Çoban da karanlıkta onu köpeği sanmış, atmış ağzına ekmeği. Kurt neredeyse çobanın elini kapacak olmuş da öyle aymış, “bu benim köpek değil, canavar, canavaaaaar” diye bağırarak kendini dışarıya zor atmış.

“Bir baktım arkamdan bir karaltı geleyor”. Seninle her karşılaşma bohçasında köylünün. Karaltı giderse, canavarın gittiğine döner tüm hikâyeler. Bir sokak lambasının altında çil yavrusu gibi dağılır, birazdan kafesine girecek tavuklara döner kelimeler. Hikâyesiz kalınca kim nasıl doyar?

Dağımız kurak ya, öyle çok mantar çeşidimiz yok. Birkaçcağız mantar var toplayıp yediğimiz; meşhur kanlıca, kuzu göbeği, mezeki kokulu nergis mantarı, tek tük mavi çinçile, bazen de çam kabara. Onu da yemeğe kıyamadığımızdan toplamayız, soyu tükenecek olmuş. Mantar toplarken hep senin arkandan geliyoruz, dönüp bakıyorum bazen, sen de benim arkamda mısın diye, belki zaman farkıyla. Ben senin bıraktığın izlere bakıp bulamadığın mantarları atıyorum sepete, belki sen de benim bulamadıklarımı indiriyorsun mideye. Bir de aynı şeyleri mi yiyoruz ne? Mesela bolca inek mantarı var her yerde, ya dokunmuyorsun, ya ittirip üzerlerindeki çam iğnelerini burnunla, öylece bırakmış oluyorsun. Hele bir de burnunu yere sürterek aradığın kuzu göbekleri yok mu? Bulursam, hâkimin sen olduğu bir oyunda seni yenmiş gibi, keyifleniyorum. Ama merak etme öyle hırsla toplamam tayını, 5 gün çıkmam ormana, topla o arada bulduğun tüm azığı.

Semtine uğramayasın diye ekinlerin etrafına gerdikleri o yanar döner bantlara ne diyorsun? Ya saatte bir patlayan tüplere, mavi ledlere? Maviden ürker misin sahi? Bir de en gürültülüsünden radyo yayını var, insan sesine gelmezmişsin diye. Uykusuzluğumuzun faili bunlar. Bant deyip geçme, rüzgâr esince, o bantlardan çıkan ses hiç ishak kuşunun sesine benzemiyor. Bu numaraları yemediğini, yolun düşmüşse ezip geçiverdiğin yere yatmış ekinlerden anlamak kolay. Bakma sen insan kendini oyalar. Kimi köylü diyor ki, “yese gam yemeyeceğim, hepsinin üzerinden üç beş çıt alır bırakır bu namussuz, işi gücü zarar vermek.” İnsanı kuran zemberek böyle, kabahat ne ekinini koruyan insanda, ne yiyeceğini arayan sende, zemberekte, zemberekte güzel domuz. Böyle deyince zannetme ki kurtulur insan yükünden. Ama kendinden menkul de değildir. Tıpkı bir Ezop masalında anlatılan duvarla çivinin hikâyesinde olduğu gibi; “Duvar, hoyratça canını acıtan çiviye: “Ben sana ne kötülük ettim ki beni böyle deliyorsun?” diye sormuş:“ Çivi: “Benim seninle bir alışverişim yok. Görmüyor musun? Beni de arkadan itiyorlar!” demiş.” Düzenek boyunca itiş kakış, bakmışsın bir çiviyiz, bir duvar, bir ittiren? Hangimize nerede yer var? Fazla mıyız yoksa? Domuz canavarın yanına mı taşınsa? Ya orada altın varsa? Var mıdır uzaya fırlatılacak roketlerde domuzlara bir yer? Ya bize?

Ormana doğru her yürüdüğümde seninle karşılaşmayı hayal ediyorum, bir cebimde ürkeklik, bir cebimde hayal. Homur desen kaçacağım zahar. Yaşını alabilmiş bir topluluk üyenizin kemiklerinden parçalar buldum geçende, gömlek cebimde de kemik. Dünyadaki bütün canlıların kemiklerini kendi bedenlerinin bir parçası, devamı olarak gören insan toplulukları var biliyor musun? Bu kemik parçası da bir Hek’e ait. Burada 20-25 yıl yaşayan domuzlara “Hek” demişler, başka bir yerde de “Azılı”. Büyük azı dişleri ve koca cüsseleriyle erkek domuzlar. Hatta bu dişler o kadar uzarmış ki, yemek bulma işini zorlaştırmaya başladığında, domuz takıp dişini bir ağacın gövdesine kırıverirmiş. Tüm avcı hikâyeleri Hek’ler üzerine kurulu. “Kocaman dişleriyle üzerimize doğru koşarken, bi sıktım domdom kurşununu…” Domuzun derisini delebilen tek kurşun türüymüş bu. Delip geçmezmiş de delip parçalarmış. Zemberek! Boş ver zembereği, ben seninle karşılaşmamı hayal ediyorum hâlâ, işte ürkekliğimi de yere bıraktım. Usulca birbirimizi kollayacağız önce, kendimi biliyorum, hiç okşamaya çalışmayacağım seni, bir zamanlar okşadığım bir rüyadan uyandırılmışım gibi. Olur da çok yaklaşırsam ayağınla yeri eşeleyecek aşmamam gereken sınırları hatırlatacaksın bana. Ben yolumda yürürken sen de umursamaz bir şekilde sırtını dönüp gideceksin oradan. Artık tanışmış olacağız. Belki bir dahaki karşılaşmamızda hiç kollamayacağız birbirimizi.

Geçmişte serbest olan sürek avı, çoğaldığından şikâyet edilen yerlerde izinle yapılıyormuş artık. Sen önde can havliyle, yuvan bildiğinden korkarak saklanacak yer ararken, arkanda bir sürü tüfekli insan, peşindeyken havlamaları uğursuzluğa dönen köpekler. Kaç kaçabildiğin kadar, insan korkunu kim yabana atabilir? Yabana atmak da ne tuhaf deyiş değil mi? Yabana gitmek, yabana söylemek de var. Boşa konuşmak, boşa söylemek yani. Doludur sen gibiyle, yabandır, yuvan. Senin için oraya yemiş ekiyorum, alıç, geyik elması, ahlat, murt, mersin, erik, badem ne bulursam, onlar ekinlerden daha güzel. Boş ver ekini, avcıyı boş ver, bu zembereğin ekini de kötü avcısı da, ama bak ben avcı olsaydım;

Eğer avcı olsaydım
ceylana
Biraz daha uyuması için
Bir şans verirdim
Sonra bir şans daha,
Sonra üçüncü bir şans ve onuncu şans.
Ganimetim
Ceylanın uyuklayan başının altında
Bir ferahlık olurdu.

Yıkabilecekken
İnşa ederdim ve
Berraklaşırdım
Onun içtiği su gibi.

Eğer avcı olsaydım
Ceylana bir kardeşlik
Sunardım:
“Tüfekten korkma ürkek kardeşim,
korkma bu deli saçmasından”
Ve tüm tehlikeler bizden ötede
Uzak tarlalardan gelen
Kurt seslerini dinlerdik. **

* Dünyanın bu noktasında hayvancılık yapanlara “hayvancı” veya “malcı”, buğdaya “ekin” deniyor.

** Mahmud Derviş “Eğer Avcı Olsaydım”, http://www.5harfliler.com/mahmud-dervisten-bir-avci-siiri, 6 Temmuz 2018 tarihinde erişilmiştir.

Not: Bu yazı 2018 yılında Kırağı dergisi için yazılmıştır. Bloga alırken birkaç düzeltme yaptım. Domuzla ilgili düşüncelerimin nasıl dönüştüğünü, renklendiğini görebilmek için “su borusu” etiketini taşıyan yazıları okumanızı öneririm.

Yukarıya kaydır