uzun yol

Hakkında “başarılı” iyileştirme hikâyeleri duyduğum bitkilerden biridir kantaron. İnsanın “başarılı”sına olduğu gibi bitkinin “başarılı”sına da bir takım mucizevi özellikler atfediliyor.  Öncesi yok, sonrası yok, gökten zembille inmiş bir parlaklıkla çevreleniyor kişi veya bitki. Kantaron iyidir hoştur ama mucizesi yoktur. Bu onu eksik mi kılar, bence tam kılar, asıl mucizesi bu eksikliğidir belki. Arayışımız, bizi, bütün dertlerimize çare olacak tek bir adrese yönlendirmese -varsa böyle bir adres- çarenin bölüştürüldüğünü, tüm dünyayı dolaşan bir mektup gibi elden ele gezdiğini anlayabiliriz belki.

Kantaron (Hypericum sp.) bitkisini tanımak ve toplamak için tarif edilen; çiçek yapraklarını ezince kırmızı renkli bir sıvı oluştuğu bilgisi, hemen bütün kantaron türleri için geçerli. Bu renkli sıvıyı veren maddeleri içeren yağ bezeleri birçok kantaron türünde bulunur. Çiçek yapraklarında, taç yapraklarında, gövdede veya yapraklarda. Zaten kantaron türleri arasındaki ayrım, hiperisin içeren bezelerin (siyah noktacıklar) nerede bulunduğuna ve yoğunluğuna bakılarak da yapılıyor. Bu da demektir ki, gördüğümüz ilk kantaron bitkisinin çiçek yaprağını ezip, elimiz kırmızı olunca da, onun tıbbi olarak kullanılan bir kantaron türü olduğu sonucuna varmamalıyız.

“Bizim bitkiler” sitesinde1, kayıtlı 98 Hypericum türü bulunuyor. Alt tür ve varyetelerle birlikte bu sayı 119’a ulaşmış. Bunlardan 48 tanesi endemik, yani sadece Türkiye’nin sınırları içinde yetişiyor. Sınır dışına göçen olmuş mudur acaba? Mesela bitkiler de mülteci olsa, tohumlarının düştüğü yerde büyüse, göçtükleri yerin kantaronları veryansın eder miydi; ekmeğimize göz koydular diye? Belli ki etmiyorlar; tıbbi nitelikleri yüzünden en çok kullanılan kantaron türü olan Hypericum perforatum’un (Sarı kantaron); çok eski zamanlarda Hypericum maculatum ve Hypericum attenuatum arasında oluşmuş kendiliğinden melezlemeyi takip eden kromozom katlanmalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülüyormuş. Karışmak, hemhâl olmak, ekmeğini bölüşmek ne iyi, bir kuşun karnında sınırları aşan tohumlar nasıl farkında bunun.

Endemik türlerimiz üzerine yapılmış araştırmalar çok kısıtlı, hatta çoğu kez haklarında bir bilgiye ulaşmak bile mümkün olmuyor. Yaşadığım yerde kendiliğinden yetişen 4 farklı kantaron türü bulunuyor. Bunlardan biri endemik, ikisinin türünü ise tespit edemedim. Keçiler onları uzun uzun incelememe izin vermiyor. Oysa bir adı da “kuzukıran” kantaronun. Anlaşılan kuzuyu kırıyor ama oglağı kırmıyor.

Serkille (Hypericum atomarium) bahçede karşılaştık. Taşındıktan 1 sene sonra. Keçilerin otlatıldığı bir yerde ona ne zaman gün doğacağını beklemiş olmalı ki ilk sene görüşemedik. Sonra tombul, yuvarlak, kadifeye benzer yapraklarını gördüm ilk. O yaprak kenarındaki morlar geldi sonra, bir dizi siyah noktayla birlikte. Görselleriyle yer aldı böylece “Türkiye Bitkileri” sitesinde. “Beyazlar her şeyi kaydediyorlar”, diyen yerli geliyor aklıma. Bellek işlevini, kâğıda, fotoğrafa, bilgisayara yükleyemesek, dünyamız ne küçük ve ne sakin olurdu.

Bitkiye ismini veren de “hiperisin” maddesi. Hypericum; Yunanca hiper (yukarıda) ve eikon (görüntü veya hayalet) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. Bitkinin kırmızı renk vermesi ona mistik nitelikler atfedilmesine neden olmuş. Bugün bitkinin yalnızca tıbbın tekelinde kullanılması gerektiği konusunda yapılan uyarıların kaynağı da çoğunlukla bu madde. Çiçeklerini zeytinyağında bekleterek elde ettiğimiz içerikte de “hiperisin” bulunuyor. Hiperisin’in fototoksik etkileri (ışığa bağlı etkiler) açısından tehlikeli olabileceği vurgulanıyor.

Kantaron bitkisi ticari baskıyla, tür ayrımı yapılmadan “sarı kantaron” diye toplanıp satılıyor. Etken maddeleri çoğunlukla bütün kantaron türleri paylaşıyorsa da bir türü diğerinden ayıran etkiler veya yan etkiler farklı olsa gerek. Kantaron, bilerek, tanıyarak toplanması ve kullanılması gereken bitkilerden biri.

Acele etmeden, bitkinin nerede, nasıl yetiştiğini, bezelerinin nerede biriktiğini, yaprak, çiçek özelliklerini, boyunu, dallanmasını gözleyerek ve araştırarak tanımak, şifaları için kullanılan türlerden biriyse, bir kısım çiçeğini tohuma durması için bırakarak toplamak en iyisi. Her ne kadar bitki çoğunlukla eşeysiz üreme yöntemleriyle (vejetatif veya apomiksis) çoğalsa da, toprağa düşen tohumları 10 yıldan uzun bir süre canlı kalabiliyor. Tohumlarının birazını da sonbaharda toplamış bahçeye taşımışsın, pire kadar tohumların üzerini incecik, elenmiş toprakla örtmüşsün ve bir bakmışsın çimlenivermiş.

Her şeyi önümüzde hazır bulduğumuz bir dünyada bu bilgilere ulaşabilmek için sabretme becerisi göstermek de de bir beceri. Kantaron üzerine düşünürken aklıma Eskimolar geliyor; Dorset’li Eskimolar, kibrit başı büyüklüğündeki fildişi parçalarından öyle bir doğrulukla hayvan görüntüleri oyuyorlarmış ki, hayvan bilimciler bunları mikroskopla inceledikleri zaman, aynı türün çeşitlerini, örneğin adi dalgıç kuşuyla, kırmızı boyunlu dalgıç kuşunu birbirinden ayırt edebiliyorlarmış.*

Yolumuz ne uzun. Yine de kestirmeden gitmeyelim.

* Claude Levi-Strauss, Yaban Düşünce, çev. Tahsin Yücel, YKY Yayınları, 1994.

1 https://bizimbitkiler.org.tr/yeni/demos/technical/

Yukarıya kaydır