onarıcı bir faliyet olarak yaşamak*

Şehirde yaşarken hangi otobüsü nerede bekleyeceğimizi her gün önünden geçtiğimiz bitkilerden çok daha iyi biliyor olmak neden utanılacak bir şey olarak görülmez. Bana bu kadarcık olsun zaman tanımayan bir yaşama uğraşının içindeyken hep utandım. Kıra yolculuk biraz da bu zamanı yaratma isteğinden beslendi. Yalın hakikat olarak gördüğüm ve faydaları yoksa, insan yapımı bir dünyanın dışında bırakılan, bitkilerle, hayvanlarla, taşlarla, kısacası tüm varlıklarla ilgilenmek, ilişki kurmak, ilişkilerimi onarmak için zaman.

Onarmanın veya onarmak için yollar aramanın insanın yalın hakikat arayışıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hakikat arayışı da ister istemez “başka türlü bir şey” arayışıdır. Bitkiler o “bir şey” arayışında benim rehberlerim oldular. Çünkü bir bitkiye her baktığımda onun bir topluluğun parçası olduğunu, milyonlarca yıldır burada yaşadığını, iklimi etkileyip kitlesel yokoluşları tetiklemeleri de dahil olmak üzere, dünyayla, yaşamakla, nasıl yaşanabileceği ile ilgili deneyimlerinin ucu bucağı olmadığını görüyorum. Nektarının nasıl derileceğinden, kendisine zarar veren bir otçul saldırısı olduğunda başka canlıları çağırıp yardım istemeye ve bu yardım karşılığında onları ödüllendirmeye kadar ayrıntılandırılmış bir ortaklık, birlikte yaşama kültürü bu. Kültür çok insansı bir kelime gibi görülürse “sınanmış birliktelikler veya birlikte evrim” de diyebiliriz. Her ne kadar neredeyse kendiliğinden başlamış bir süreci bugün bu kelimelerle anlatıyorsam da tüm bu ilişkiler, bağlantılar bitkilere bakmaya devam ettikçe gözümün önüne serildiler.

Benim için bitkilerle ilgilenmenin bir haber değeri yok. Bu daha çok yaşadığım mekanla ilgili bir pratik. Kıra taşınmanın ve taşındığınız yer görece yaban bir alansa etrafınızdaki canlı çeşitliliğine kapılıp gitmemenin imkânı yok. Günlük uğraşım, aynı zamanda yiyeceğim, merhemim, damım, kaşığım, sandalyem, masam, rehberim onlar. Barınaktan başımı çıkardığım anda ilk karşıma çıkan şey görece kuralsız bir ortamda, orada, burada, şurada yaşayan yaban bitkileri. Yaban derken buna içimdeki yabanı da dahil ediyorum. Çok derinlerde kalmış sezgilerin, duyguların, gücün de açığa çıkabilmesi için gerekli gördüğüm bir kuralsızlık mekânı yaban.

Bunların yanında konfor ve ihtiyaç tanımları içine tıkıştırılmış birçok şeyden vazgeçerek bir mesaiye tabi olmadan hayatımı devam ettirebiliyorum şimdilik. Bu da bana bitkilerin peşinden gidebilmek için gerekli olan zamanı veriyor. Ancak hangi motivasyonla olursa olsun Türkiye’nin birçok yerinde gerçekleşen bu küçük tersine göçler büyük tabloyu değiştirmeye yetmiyor. 2017 verilerine göre 1960 yılında Türkiye’de nüfusun, %32’si kentlerde yaşarken, 2016 yılında bu oran %74 oldu. Kırlar acı verici bir yapılaşma tehdidi altında aynı zamanda nüfusunu kaybediyor. Kentlerin içinde kalan doğal alanlar da öyle. Kaynakların üçte ikisinden fazlasını tüketen şehirler sadece tüketici olmakla kalmayıp çevrelerinde bulunan verimli havzaları insanı ve toprağıyla birlikte yok ediyor. Bu tabloyu değiştirmenin yolunun, kendine yetebilir şehirler tasarlanmasından geçtiğini düşünenler var. Ancak şu anda bu tasarıdan bile çok çok uzağız.

Ovada yaşarken bu çeşitliliğin farkında değildim. Etrafımda yetişen bitkiler genelde geniş ekim alanlarında varolabilen ve insanlar tarafından zararlı ot kategorisine sokulan daha dar bir çeşitlilik arzediyordu. Sürekli sürülen tarlalarda topluluklar oluşturmaya, yerleşmeye fırsat bulamadan bir nevi göçer toplumlar gibi yaşıyorlardı. Şu hâliyle aralarındaki iletişim ve birbirini destekleme mekanizmasının da zarar gördüğünü düşünebiliriz. Oysa dağ ve orman, özellikle yerleştiğim bölge hem endemik hem nadir bitki türleri açısından zengin bir coğrafya olduğu gibi bitkiler arasındaki topluluk ilişkilerini gözlemleyebilmem için de bana imkân sunuyor. Bunun ne yazık ki tek ve içimi acıtan sebebi yaşadığım yerde tarım alanları ve yoğun insan faaliyeti olmaması.

Bu sebeple mekânı önemsiyorum. Şehri ve kırı genişçe mekanlar olarak düşünüyorum. Dağı ve ovayı da öyle. Mekân ilişki kurma biçimini, kiminle ilişki kurmamız gerektiğini veya kiminle ilişki kurmanın evla olduğunu birtakım şeyleri dışarıya süpürerek, içeri alarak, yaşatarak veya öldürerek belirleyen bir alan. Örneğin kentsel vejetasyondan bahsederken üzerinde konuşulan olgulardan biri de “sınır etkisi” Bir şekilde şehirde barınamamış bitkiler şehrin sınırlarında birikip bu alanları çiçek açısından zengin alanlar hâline getirebiliyorlar. Tıpkı sınırlarda biriken, şehre girmek isteyen veya şehirden sürülen göçmenler gibi. Belki bu yüzden şehirde yaşarken bitkileri göremedim. Görmeyi düşünemedim. Belki bu yüzden, -insanın çizdiği sınırlar çok belirgin olduğu için- ovada da karşılaşamadık onlarla. Yoğun tarım yapılan alanlarla çevriliyken, sadece yabani besin bitkileri üzerine düşünebilmiş olmam bir tesadüf, diğer yaban bitkilerine yönelik bir ilgi yoksunluğu değil. Çeşitlilik derken genelde altını çizdiğimiz şey, insan dışında canlılar olsa da, insanın da farklısının yaşamayacağı kurallara sahip mekanlar, insana ne ettiyse bitkiye de, hayvana da onu ediyor.

Şehirde eğer özel bir amacımız yoksa bitkilerin radarımıza girme ihtimali oldukça düşük. Mekânın düzenlenişi kurulacak, kurulan tüm ilişkileri etkiliyor. Dahası mekânlar ancak bazı başlıklar altında ilgilendiğimiz bitkilerin kendi döngülerini görmemizi, birbirleriyle, bizimle ve dünyanın geri kalanıyla nasıl ilişkiler kurduklarını anlamamızı engelliyor. Yani bir bitkiyi, en olmayacak şekilde, bir “ilişkisizlik” durumu içinde görebiliyoruz;

  • bir tabakta,
  • bir saksıda,
  • bir ilaç olarak,
  • diş macununa karıştırılmış artık ne olduğu belli olmayan bir sıvı,
  • parfüm şişesinin içinde bir koku,
  • sürekli yenilenen bir peyzaj ögesi,
  • köküne kadar beton dökülmüş bir ağaç,
  • bir araştırma objesi,

Bir araştırma objesi olarak bitkiyi düşünelim. Örneğin sosyal medyada birçok bitki grubu var. Bu gruplarda uzman botanikçiler bitki gözlemlerini paylaşıyorlar. Arazi gözlemleri bitkinin ideal durumunu sergilediği dönemlerde yapılıyor genelde; çiçekli iken. Özelde ise eğer bitki bir tezin, araştırmanın konusu değilse, kaldı ki çoğu kez konusu olabildiğinde dahi tüm yönleriyle takip edilemiyor. Hele de insan dünyası lehine çevrilebilir yararı, kullanımı yoksa. Yabanda yaşayan birinin avantajıysa bitkiyi gözünü açtığı andan tohum dökene kadar takip edebiliyor oluşu. Üzerine konan kelebekten, böceğe kadar. Böylece sadece bitkiyle değil bitkinin tabi olduğu döngüyle ilişki kurulabiliyor.

Saksı bitkilerini düşünelim veya. Balkonlarında bitki yetiştirenler belirli sürelerde çok yıllık bitkilerinin saksılarını değiştirmeleri ve topraklarına sulama yüzünden kaybettikleri besinleri eklemeleri gerektiğini bilir. Burada kendi kendine işleyen bir döngü yoktur da sürekli bir bakım ihtiyacı vardır. Eğer saksı değiştirme işinde geç kalınırsa bitkinin köklerinin saksıyı fır döndüğünü görebiliriz mesela, büyümek, kabından taşmak için kendince yol arayan kökler, plastik, beton veya seramik saksı yüzeyine toslayıp durmaktadır. Bu hâliyle şehirdeki varlığımız saksıdaki bir çiçeğe, sürekli alt üst edilen, yıkılıp yeniden yapılan bir kent parçasında tutunmaya çalışan herhangi bir papatyagile benzetilebilir. Bağ kurmamız, bir döngüye dahil olmamız engellenir veya sürekli kesintiye uğrar.

Bir de tabii içinde bulunduğumuz işler, güçler kısmı var, tosladığımız. Bu çalışma temposunun içinden bakınca hayattan beklenebilecek fazla bir şey yokmuş gibi geliyor. Çünkü içinde bulunduğumuz mesailer giderek bütün hayatı kaplama eğiliminde.

Peki şu durumda şehirde yaşıyorsak bitkilerle ilgilenme hakkımızı yitiriyor muyuz? Elbette demeye çalıştığım bu değil. Sadece bu ilginin bazı eşikleri aşması gerektiğini görmenin de sorumluluklarımız arasında olduğunu hatırlatmak istiyorum. Benim için bu eşik bir bitkiyi veya birkaçını görebilmek değil döngüleri görmeye niyet etmek ve bu döngülere tekrar dahil olabilmek için yollar tasarlamak demek. Bir bitki milyon yıldır süren bu döngünün çiçek açmış yüzüdür sadece. Zekanın en sevdiğim tanımı bunun bir “bağlantı kurabilme yeteneği” olduğuna vurgu yapıyor. Bağlantı kurmak, bitkilerle bizim aramızda, gerçek, elle tutulur, takip edebileceğimiz bir bağlantı; ben bu döngünün neresindeyim, ne alıyor ve ne veriyorum? Yani bir bitkinin ne olduğunu öğrenmek sadece heves değil, üstlenicilerini arayan bir sorumluluk.

Sorumluluğumuzu üstlenmeye karar verince ister istemez ilk durağımız kitabi bilgiler olacaktır. Çünkü bitkilerden bahsederken bizim daha varlığımız dünya için ihtimal dahilinde bile değilken, bizden önce yaşayan insanlar tarafından tanımlanmış, bilimsel olarak sınıflandırılmış bir canlılar topluluğundan bahsediyoruz.

Tahmin edilebileceği gibi bitkilerin isimlendirilmesinin ve sınıflandırılmasının tarihi ilk insanlar kadar eski ve ciddi bir uğraş. İlk insanların, toplulukların bitkileri bilmeye ve bildiklerini aktarmaya bizden daha fazla ihtiyaç duyduklarından emin olabiliriz. Çünkü onlara yol gösterecek bir bilgi birikimine sahip değillerdi, bizzat bu birikimi oluşturanlardı onlar. Merakla yeryüzüne bakmış, hayvanları, toprağı bitkileri incelemiş ve hangi bitkiyi ne amaçla kullanabileceklerini anlamaya çalışmış olmalılar. En eski zamanlarda içgüdülerimizi de kullanmış olmalıyız. Ancak içgüdü çoğu zaman yeterli olmaz. Hayvanlar da yanlış otlar yer ve zehirlenir ve yavrularına hangi otları nasıl yemeleri gerektiğini öğretirler. Hatta birçok bitkiyi, minerali tıbbi olarak da kullanırlar. Büyük ihtimal ilk öğretmenlerimiz de onlardı, biz de onların öğretmeniydik. Birlikte öğrendik ve hâlâ öğrenmeye devam ediyoruz. Bitkileri sınıflandırdık, isimlendirdik ve isabetli amaçlarla kullanmaya çalıştık. Bugün bile bitkiler üzerine yapılan birçok araştırma bu birikimlere, aktarılarak bugüne kadar gelen bilgilere sırtını dayıyor. Ve yine birçok araştırma bitkilerin geleneksel kullanımlarını destekleyen sonuçlar elde ediyor. Örneğin bitki biliminin önemli isimlerinden biri olan, bitkileri sınıflandıran, adlandıran Linne’nin ilk öğretmeni, babası bir papazdı. Biyografisinde bitkilere olan ilgisinin babasıyla yaptığı doğa yürüyüşlerine bağlı olduğu vurgulanır. Keza büyüdüğüm Antakya’da, Arapça bir halk deyişinde şöyle denir; “Şo allemtik immik min il-beka? Hıttebe ıv sılleka.Ne öğretti annen görgülerden? Odundan ve ottan (anlamayı öğretti). Bu değerli bir bilgidir. Bu bilgiyi verebilecek bir rehbere sahip olmaya paha biçilemez.

Temelde çevremizdeki bitkileri tanıyabilmemiz yeterli. Benim yapmaya çalıştığım şey bu. Amatör bitki gözlemcisi veya yurttaş bilgin de deniyor böyle kişilere. Bunun için bitkileri tür düzeyinde, yani en alt ve sınıflandırma açısından en önemli düzeyde kavramaya çalışıyorum. Örneğin adaçayı dediğimizde aslında bir bitkiden değil birçok bitkinin dahil olduğu Salvia cinsinden bahsediyoruzdur. Bu cinse ait türlerden biri Salvia officinalis, yani tıbbi adaçayı ise bir türdür. Düşünsenize Türkiye’de yetişen 12 bine yakın bitki türünü öğrenmemiz ve her biri üzerinde bilgi sahibi olmamız ne kadar zor olurdu. Zaten bilim insanları da ancak bazı aileler üzerinde uzmanlaşabiliyorlar; maydanozgiller uzmanı, papatyagiller uzmanı, hatta sadece tek bir cinsin uzmanı. Bir sonraki aşama bitkilerin aralarındaki ilişkileri, yaşama şekillerini, topluluk olarak hangi sistemlere tabi olduklarını, bu sistemlerin nasıl işlediğini kavramak olabilir. Eğer dilenirse, yürünecek yol çatallı ve uzun. Mesela bitkilerle hayvanların ilişkisi üzerine eğilebiliriz. Kelebekler bu konuda bulunabilecek en iyi öğretmen. Birçok kelebek türünün yaşamı bazı bitki türlerinin varlığına bağlıdır. O kadar bağlıdır ki yerine başka bir şey koyma şansları yoktur. Yuvaları ve besinleri bu bitkilerdir. İnsan yavrularının sadece menekşeyle beslendiğini ve artık menekşe yetişmediğini düşünün. Bu kadar vazgeçilmez bir bağdır bu. Veya kuşları, karıncaları birer çiftçi olarak düşünebiliriz. Kermes meşesinin, ardıç ağacının ve daha birçok yaban yemişinin ekicisi kuşlardır. Onlar sayesinde bahçede bir karaçalı, bir sandal, iki ahlat, iki tane de alıç büyüyor. Karıncalar olmasa buhurumeryem tohumlarını kim taşıyacak uzaklara. Hiç gidemeyecekleri mekânlara.

İşte benim bitkileri öğrenmeye niyet etmem de gözümün önüne böyle bir mekânın serilmesiyle ilgiliydi. Uslu, ıslah edilmiş bir mekân değil burası. İnsan faaliyetlerinin yok olmaya yüz tuttuğu, tek bahçıvanının keçiler olduğu bir mekân, ister istemez ölüyü diriltiyor. Merakı cezbediyor, uyuyanı ama uyuduğunu bile bilmeyeni uyandırıyor. Mekânın altını çizip durmam bu yüzden. Burada hâlâ bitkinin nevi şahsına münhasır olanını görmek mümkün olduğu gibi, insanın nevi şahsına münhasır olanını görmek de mümkün. Çünkü buranın insanı da aynı kaidesizliğe bakıyor. İyi ki bakıyor. Mesela biri, baharda, tanıdığı tüm şifalı bitkileri kaynatıp içiyor. Bir faydasını görüyor mu, belki de kötü bir şey yapıyordur, kimbilir. Ama hâlâ bitkilerden şifasını derebileceğine dair bir bilgiyi peşinde sürüklüyor. Dolayısıyla bitkileri tanıyor, onları rüyasında görüyor, keçilerinin yediği çıtlıktan emin. Ha çıtlığa kıyıp odun yapar mı? Eğer orman idaresi kesecek başka ağaç bırakmazsa yapabilir, ama kimi öldürdüğünü de bilir. Çünkü gelecek bahara toplayıp yapamayacak Muut sürmesi’ni (Çıtlık meyvesi ezilerek yapılan bir tatlı). Gıvışganı sıkmasına iç yapar. Baharda sakızlık toplar. Ciğerlerinden rahatsızsa gavlak yer. Vereceği yol tarifini ağaca, taşa göre verir. Buğdaysız kalırsa karaçalı ve palamuttan çıkarır ununu. Süpürgesini katır tırnağıyla yapar. Çatısını katran ardıcıyla çatar. Reçineli odunu yakmaz. Yani bitkilerle, hayvanlarla düzenlenmemiş başıboş alanlarda karşılaşır, onlarla birlikte yaşar, onlarla çevrilidir. Bir tohumu, fideyi nasıl ekmesi, sulaması, büyütmesi gerektiğini bilir. İçinde yaşadığı mekân bunu vaaz eder, biriktirdiği beceriler bunlardır. Arapça deyişi tekrar anarsak; Odundan ve ottan anlar.

Şehirlerdeyse mekânların ve mekânlarda kurulan ilişkilerin bu döngüye izin vermeyecek şekilde örgütlenişi insanı döngünün geri kalanına zarar veren bir öge hâline getirdi. Yanlış anlamamak gerek burası el değmemiş bir alan değil, tam tersine Akdeniz, hep söylenegeldiği gibi ‘uygarlıkların beşiği’. El değmemişlik değil de daha çok nüfusun yer değiştirmesiyle bir terk edilmişlik durumu söz konusu. Her hâlükârda sınırlarını insanın belirleyemediği bir alan hâline gelmiş artık. Orman gücü yettiğince açılan tarlaları geri almış ancak giden de bir daha dönmemiş tabii; Kurtlar, geyikler, ayılar, bitki türleri vb.

Kırda, köyde, yabanda bir insanın gündelik hayatı hâlâ bir yaban domuzunun, tilkinin, kuşun yaptıklarından çok farklı değil. Ne kanalizasyon ne de su şebekesi var. Su sistemi çok yakın bir bölgeden gelen kaynak suyunun köylere yaz ve kış boyunca kesilerek verildiği idareten kurulan bir sistemden ibaret. O kadar idareten ki, su borumuzu kendimiz çektik. Her evin bir sarnıcı var ve yağmur suyu biriktiriliyor. Elektriğin gelme tarihi bile çok çok yeni, çoğunlukla da kesiliyor. Çöp olgusu şehre özgü bir kavram. Organik atıklar hayvanlara veriliyor veya toprağa karışıyor. Doğru veya değil aldıkları ambalajlı ürünlerin paketlerini -ki çok az- ocakta yakıveriyorlar. Yürüyor, eşeleniyor, tohum ekiyor, gübreliyor, toprağı besliyorlar. Şehirlerde hayatın yaklaşık 60-80 yıldır bu döngüden uzaklaştığı düşünülürse bu yıllar boyunca yediğimiz meyve çekirdeklerini kokuşup çürümeleri için çöp yığınlarına değil de toprağa atsaydık bile verilen zararın büyük bir bölümünü telafi etme şansımız olabilirdi. Demeye çalıştığım bir mekân değişikliğine herkesi ikna etmek veya kıyaslama yapmak değil bir ilişkiler bütününü ve bunun ister istemez oluşturduğu yaşam biçimini vurgulamak. Yoksa şehirdeki bir yaşam biçimi kırda da devam ettirilebileceği gibi, kısmen de olsa tam tersi de söz konusu olabilir. Ayrıca ne köy bir tane ve tek biçimde, ne de yaban. Yabanın da yabanı olduğu gibi şehrin bir mahallesine dönüşmüş köyler de var. Ancak devam eden veya sekteye uğramış döngüler bu mekânları da etkiliyor. Bundan azade olan bir yer veya bu etkilere maruz kalmayan tek bir canlı bile yok.

Sağlığımız için gıda rejimimizde çeşitliliğe yer vermemiz gerektiği çok uzun bir süredir yazılıp çiziliyor. Peki elimizde geniş ekim sahalarına sahip hepi topu 80 tür kültür bitkisi varken nasıl olacak bu? Yabanıl Afrikalıların 1000 tane yemişi toplama bilgisine sahip olduğunu bilmek bize ne düşündürmeli? Şimdiyse sorumuz o 1000 bitkinin hâlâ varlıklarını sürdürüp sürdürmediği? Ancak yabanıl veya önce kurcalanmış sonra kendi hâline terkedilmiş doğa bu çeşitliliği sunabilir. Şimdi dağda alıç, muşmula, sandal, geyik elması, ahlat toplama zamanı. Neden bu yemişleri bahçeye buyur etmeyelim? Eğer ekeceğiniz toprak tahrip edilmemişse dönüp bakmanıza bile gerek olmadan size, kuşlara, domuzlara, sincaplara yemiş, kelebek, arı ve türlü böceğe nektar olabilecek bir ağaç büyütmek fikri büyüleyici değil mi? Sonra yapraklarını dökecek ve yalın hakikati besleyecek bir ağaç. Bitkilerin bu konuda bize yapabileceği rehberlik, mucizenin tek başına bir parçada değil bir bağda, bir döngüde aranabileceğidir belki. Ormanda yaşayan bir bitkinin bir tarla bitkisinden sağlıklı olmasının sebebi ormandır. O işleyişte, alıp verme, birbirinin varlığını görme, birbirini destekleme, birlikte varolma, varolmayı öğrenmeye çalışma hâlindedir mucize.

Bu işleyiş içinde gözünü açmış bir bitkiyi izlemek, kültürel bir yolculuğa da çıkmak demek. Örneğin endemik bir bitki türü olan şah mürdümüğü gözlerken aslında baklagillerin tohumlarını nasıl saçtıklarına ve bu sürecin insanlar tarafından nasıl terbiye edildiğine de tanıklık etmiş oluyorum. Zamanı geldiğinde açılan tohum kesesinin iki parçası ters yönlere doğru ve birdenbire açılarak, içindeki tohumları gönderebileceği en uzak mesafeye doğru fırlatıyor. Eğer olur da şah mürdümüğün tohum keselerini toplayıp bir odaya koyarsanız ertesi gün tüm tohumların odaya saçılmış olduğunu görebilirsiniz. Birçok yaban baklagil tohumu için aynı durum geçerli.

Yabanda tanışabileceğimiz bitkilerinin bir bölümünü de endemik ve nadir bitkiler oluşturuyor. Kimi daha geniş yayılış sahalarına sahipken kimi bir ilin, bir ilçenin hatta bir dağın eteklerine sığınmış olabiliyor. Elbette bir uzman onayı gerekiyor ama yaşadığım civarda şu ana kadar 22 endemik bitki varlığıyla karşılaştım. Bu çok sevindirici ve yüksek bir rakam. Ancak yollar, elektrik direkleri, tarla açma, tarım zehirleri gibi yöntemlerle yaşam alanları ellerinden alınıyorken hayvanlar kadar olsun veryansın edilmiyor onlar hakkında. Bu 22 endemik bitki arasında sadece İçel endemiği olarak bilinen bitkiler de var. Bu bitkiler başka bir yere göçemeyecek kadar yaşadıkları yerlerle özel ilişkiler kurmuş durumdalar. O yerin havasıyla, toprağıyla, suyuyla, kayasıyla.

Eğer çok hızlı ve aniden gerçekleşmezse iklim değişikliğine ayak uydurabilme kapasitesi olan bitkiler de öncelikle yabani bitkiler. Her ne kadar farklı farklı sebeplerle gerçekleşmiş olsa da iklim değişiklikleriyle sınanmış, bölgenin kurak dönemlerine de uyum göstermiş ve bu dönemlerden canlı çıkabilmeyi becerebilmişler ki onlarla tanışma şansına erişebiliyoruz. Bir meyveyi, daha sağlıklı olsun diye yabana, çöğüre, yoza aşılamamız da yabani bitkilerin ne kadar güçlü olduklarının bir göstergesi. Yaban bitkilerinin yaşama, hastalıklarla baş edebilme, adaptasyon kapasitesi, her insani elemede onu güçlü, belki daha lezzetli, özel kılan bir yönünü yitirmiş kültür bitkilerinden kat be kat daha fazla. İnsanların bitkiler üzerinde yaptıkları değişikler öncelikle verim, pazar değeri, raf ömrü ve kâr amacıyla yapılmış, yapılıyor çünkü. Bırakalım bunları bir kenara yaban bitkileri insan bakımına muhtaç değiller. “Tohumdan ekilen defne su istemez” deniyor burada. Tohumdan ve doğru yere ekilen hemen her yaban ağacı için geçerli bu kaide. Tabii bize de, onlara büyümeleri için zaman kazandırma sorumluluğu düşüyor.

Bütün bu süreç bana şu gerçeği açık bir biçimde gösterdi; nerede olursak olalım, bitkileri öğrenmek, bu kelimeler olmadan konuşan varlıkları fark etmenin, tanımanın yollarını bulmak zorundayız. Sadece bitkiler için değil kendimiz için de.

* Bu metin Mersin’in biricik mekânı Kültürhane’de yaptığım birbiriyle alakalı iki sunumun birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. “Onarım” temalı 2. Paylaşmanın Sanaati ve Zanaati Festivali’nde “Doğayı onarmak-Doğada onarmak” panelinde yaptığım sunumu izlemek için buradan buyrun; https://www.facebook.com/kulturhanemersin/videos/500656323870791/

“Bitkileri öğrenmek” adını taşıyan sunum için; .
https://www.facebook.com/kulturhanemersin/videos/127269855275435/
https://www.facebook.com/kulturhanemersin/videos/488100521795222/

Ortak temaları olan iki metin blog için özet hâline getirilmiştir. “Bitkileri öğrenmek” sunumunun ikinci bölümünü ayrı bir yazı olarak okuyabilirsiniz; Bakınız; “Bahçenin Gerçeği”.

Yukarıya kaydır