kızılçamın, şehnizin, dağ gelinciğinin yanından

Bütün gün yağmur yağdı. “Havadan, sudan” kalıbının bahsedilen şeylerin önemsizliğini vurgulamak için kullanılması haksızlık. Günü nasıl geçireceğimizden, ruh durumumuzun nasıl olacağına kadar her şeyi belirleyen olaylar nasıl önemsiz sayılabilir? Örneğin bir yabanıl için büyük ihtimalle en önemli bilgi havanın o gün nasıl olacağıydı. Ona göre meyve toplamaya çıkacak veya önceki gün daha fazla toplaması gerecekti. Ona göre sandalını suya indirecek, ona göre göçe koyulacak. Hareketin yönünü, güzergahını, zamanını belirleyen şey; havaydı. Gökyüzü, yıldızlar, toprak ve üzerindeki varlıkları izlememiz ve bu bakıştan devşirdiğimiz bilgiler birikip şeylerin bilimine dönüştü. Milyonlarca yılın gözlemleri ve deneyimlerinin bilimi. Günlük yapıp etmelerimizden artık çok ayrışmış gibi görünüyorsa da sırtını yasladığı yer burası.

Onca yıla rağmen hâlâ bir şeye dikkatle bakmak, incelemek yeni canlıların keşfi için yeterli. Tanımadığımız, dünyadaki yerini kavrayamadığımız varlıklar etrafımızda, içimizde dolanıyor. Örneğin Kaz Dağları’nda yapılan araştırmalarda, endemik bir tür olan dağ gelinciği (Papaver pilosum subsp. strictum) üzerinde beslenen yeni bir böcek türü tespit edildi. Adı da Kaz Dağı’na ithafen “Aphis kazdagensis” oldu.

Belki tek bir farktan bahsedebiliriz; artık bu gözlemleri çoğunlukla sıradan insanlar değil bilim insanları yapıyor. Bizlerin yapması önünde -en azından zamanı ve imkânı olanların- varsayılan engeller dışında hiçbir şey olmasa da.

Tanıştığım her yeni bitkiyle her seferinde bunların üzerinden geçiyorum. Şehniz (Nigella unguicularis), bir tür çörek otu. Sadece Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşıyor. Bilineli çok uzun zaman olmuş olabilir. Ancak benim dünyama cismiyle yeni giriyor. O tanıdık cümleyi kuruyorum; “ilk defa görüyorum”

Seferilikte karar kıldığımdan beri bitkilerle ilişki kurmakta zorlanıyorum. İlk yapraklarını görmeden, tohumlarını toplayamadan, başına konan kelebeği izlemeden, çevresinde dönenen insanı tanımadan nasıl olacak? Sanki elimde bir çapanın ağırlığı var ama onu nereye atacağımı bilemiyorum. Bitkilerle ilişki kurma biçimim bütün uğraşımı belirledi, ona kimliğini veren şey oldu. İlk defa görüyorumla kalmak açgözlülüğe benziyor. Gördüm ve bitti. Sırada ne var?

Jeolojik zamanlardan bağımsız olarak bir dağın insanın içindeki yükselişi var. Yüzlerce bitki ve onların çevresindeki her şey bir araya gelip dağa dönüşmüştü. Toroslar tamı tamına böyle oluştu benim için. Heybem, üzerine yeterince düşünülmemiş şeylerle tıka basa dolmuştu dolmasına ama nasılsa her şeyin sırası gelecekti; kızılçamın, sedirin, ardıcın… Kızılçamı tanımak için bir ömür gerektiğini anladığım sıralardı. Şimdi ise en azından bende bıraktığı izleri toplamak istiyorum.

Tepesindeki iğnelere vuran güneş ışığı hatırına birini üzerine yığılan taşlardan kurtarmış, özensiz her adımımızda gövdesine çarpıp durmuştuk. Bu kurtarma hamlesi bizde kızılçama dönük ısrarlı bir dikkatin yeşermesine sebep olurken onu gözümüzün önüne yerleştirdi. Sabahın ilk bakışının ve akşamın son bakışının giderek büyüyen bir parçası oldu. Zamanla bahçedeki diğer genç ağaçlar da büyüdü, bir çam topluluğunun altındaki taze gölgeye sığabilmeye başladık. Reçine attıklarını, yazın alnında çıtır çıtır sesler çıkardıklarını böyle öğrendim. Bahçe işleri arasında, tepelerindeki, gün batarken şiddetlenen vızıltılı kalabalığın kim olduğunu duymamı, ne aradıklarını düşünmemi sağlayacak eski bir sedirin üzerinde soluklanıyordum.

Kızılçamı tefekkürümün boyu hepi topu 8 yıl uzunluğunda. Kızılçam için göz açıp kapayana kadar geçen bu süre hayatımın 5’te birine denk geliyor.

Bakım verdiklerim dışında yapıp ettiğim her şey iç bahçeden dışarıya iki adım atınca karşılaştığım bir kızılçam ormanıyla çevrelendi. Yok olmuş veya azalmış olan yaban hayvanlarının, keçilerin çiğnemeye yetişemediği çam iğneleri, nereye gitsem ayaklarımın altına serildi.

Sobada odununu, açık ocakta ise reçineli, sakızlı bölümlerini yaktım. Bu ikisini ayırabilmek için bile bir kere sobayı kor haline getirmemiz gerekti. Isınmak için makbul değildi. Yine de ihtiyaç halinde ormanın kapısını çalma ehliyetine sahip köylü meşe yakarken biz çoğunlukla orman kesimlerinden kalan kızılçam dallarını yakabiliyorduk. Ağacı bir yabancı kesmeye kalksa “şikayet” edilebilirdi ama yüzyıllardır birbirlerini idare etmeyi öğrenmişlerdi. Sobamız bir kızılçam makinası gibi sürekli ağzını açıp yeni odunlar istedi. Maltızda yakılan kozalaklarıyla yemek pişti, akciğer hastalarının gavlağının (gavlak/yalabuk) peşinde geçirdiği yılların hikâyeleri belleğime işlendi. Tüm bunlar daha kızılçamla yaşamanın elifba’sıydı.

Hayatını gölgesinde geçirenler var. Çadırını dağa kurmuş, 30-40 keçiyi güdüyor. Yazları kızılçamın gölgesinde esen rüzgârlara karşı bir çam iğnesini ağzına alarak, akşamleyin ne yiyeceğini, Filiz adını verdiği keçilerden birinin kırılan ayağını veteriner çağırmadan nasıl iyileştireceğini, evlendiremediği, bir iş sahibi yapamadığı oğlunu düşünüyor. Şimdilik ayağın iki yanına koyulan ince tahtalarla sabitlendi kırık. Ama diğer keçiler rahat bırakmıyor Filiz’i. Sonunda Filiz bir kasaba satılıyor. Adını vermeyen kesiyor Filiz’i.

Kızılçamı nasıl öldüreceğini bilen de var, nasıl yaşatacağını bilen de. Öldürse bile ait olduğu topluluğu incitmeden bunu yapmanın yollarını buluyor. Boğuyor ağacı. Bir karış kalınlığında kabuğu çepeçevre indirerek. Ağaç ölmeye hazırlandığı son 1-2 yılında, ormanı birlikte paylaştığı eski ağaçlardan ne öğrendiyse toprağa onu veriyor. Bedeninde yanındaki genç ağaçların işine yarayacak ne varsa toprağa onu veriyor. Göge bakan gövde çatırt diye yere indiyse bile ta ki hepten çürüyene kadar kökleriyle toprağı avuçlamaya devam ediyor.

Eline motorlu testereyi alıp indirse şu koca gövdeyi, ne tarafa doğru düşeceğini tahmin edebilen var. Yine de bu bilginin altında ezilenler oluyor. Geçim derdi iyice köşeye sıkıştırınca yaşanan bir acelecilik insana bildiğini unutturabilir. Bugün 1 siter daha fazla keseceğim diye koşturmaktan alnındaki teri silmeye vakti olmadı.

Eski bakan Veysel Eroğlu gibi bir yangında kozalağının metrelerce uzağa gidebildiğinden köylüler de emin. Ocağın bir yangın yerindeyse o vakit ağaçlar kalkıp üzerine yürürmüş alevden kollarıyla. Ve suçlu bir kozalak mı, kıvılcım mı, bakan mı, düzen mi karışabilir.

Yaşını, üzerine yuva yapan, dalında konaklayan kuşların kimler olduğunu sayan var. Kabuğu dökülmüş odununun üzerindeki oyuk izlerinden hangi kurdun çamı yenik düşürdüğünü söyleyen var. Gagasıyla kızılçamın gövdesine vurarak kurdun yerini öğrenen var. Bir dalının garip bir şekilde yapraklanmasına akıl sır erdiremeyen , şifa için bu yapraklardan alan var. Vardır bir hikmeti.

Nasıl kızılçam uzmanı olunur?

Taşların içinden çıkınca üzerine yağmur yağdı. Kadifeler, hatmiler, yer elmaları Akdeniz güneşinden korkup gövdesine sığındı. Karda neredeyse kayboluyordu. Bir çarkıfelek üzerine yürüdü. Bazı çamların üzerinde parazit bitkisi vardı. Bir tür kuş tepesine tepesine konuyordu. Bir zaman kulağımda çınlayan “siz çamın tepesine yuva kurmuşsunuz” sözü ancak o zaman yerine oturdu. Gövdesiyle aynı renkte bir örümcek kabuğunda dolanıyordu. Çamın yüzüne baktım. Tüm bunlar…

Üzerlerinden güneş ve ay doğup battı. Heyulaydı; siste, güneşte ve karda. Ağustos böcekleriyle birleşip bütünlendi. Kayaları çok seviyor, rüzgâra, gölgeye meydan okuyor, güneşi görmenin her hâlükârda bir yolunu buluyordu. Birini boğamamışlar, ötekini boğmuşlardı. Akdeniz’deki her şey gölgesindeydi onun; domuz da, keçi de, insan da: bir çocuk kaval çaldı; düt dürü düt. Bir kadın tütün sararken o arkada armudun yarasını kapatıyordu. Orman kesiminden sonra dirençleri yitti ve bir fırtınada devrildiler beşi, onu. Çadıra salma oldular. Kimi antik taşlar sayesinde yaşadılar. Kaldırması zahmetli taşların ucundaki aslan sayesinde de. Gövdesine susak astım kuşlar için; içi tohum dolu. Baştankara geldi yemeye. Bir merdiven o dağda en çok ihtimam görenine çıkıyordu. Şimdi ölü olan dostlarımın tüyleri topraklarına gübre oldu. Çivi yazısıyla yazdığım kızılçam metinleri. Tüm bunlar…

Seferilik aynı güzergahta gidip gelinmediği sürece ister istemez hıza tekabül ediyor. Yanından geçip gitmeye; kızılçamın yanından, şehnizin yanından, dağ gelinciğinin yanından. Biliyorsun ki az ileride gölgesinde yaşayıp kızılçamı görmeyenler de var. Tüm bunlar… Burada henüz sormayı öğrenemediğim bir soru duruyor.

Yukarıya kaydır