Bir sene sonra geldiğim “Adana”, büyükşehir belediye başkanının yeni hizmetini ilan ettiği panolarla karşılıyor beni; “Sineksiz Adana için limitsiz mücadele”. İlaçlama araçları gece gündüz, cadde ve sokaklarda olacakmış. Biz ona zehirleme araçları diyelim. İlaç öldürmez, iyileştirir. Sosyal medyada ekiplerin her deliği zehirlediğini gösteren görselleri boy boy paylaşmışlar. Bir numarayı arıyorsunuz kapınıza geliyorlar. Ev ev, böcekle mücadele. Öte yandan gönüllü bir avuç insanın idare etmeye çalıştığı Halet Çambel Kent Bostanı’nda çiçek açan kabakların neden bir türlü meyve bağlamadığını konuşuyoruz. Neyse ki patlıcanlar, ayçiçekleri, domates ve bamyaların keyfi yerinde. Bostan alanı gönüllülere tahsis edilmiş ancak imzalanan bir protokolle üstlendiği sorumlulukları yerine getirmesi umut edilen Seyhan Belediye’sini bekliyor. Sorumluluklar yerine getirilirse 10 dönümlük bostan alanı kentlinin yiyeceğini nasıl yetiştirebileceğine güzel bir örnek olur belki. Ancak o zaman toprağı, böceği, suyu, çiçeğe durmuş meyveyi, kekliği anlamak mümkün olabilir.
6 senemi geçirdim Adana’da, ama yolumu bulmakta zorlanıyorum. Yeni yollar, yeni binalar, yeni siteler, klima sesleriyle sürekli uğuldayan bir şehir. Şehir hastanesine gitmem gerekiyor ve ilk defa gideceğim. Kapıdan geçer geçmez bunun çok büyük bir hata olduğunu anlıyorum ama artık çok geç. 547.000 m2 inşaat alanına kurulmuş bir hastane burası. 5.638 çalışanı olan, her adımda nereye gideceğinizi size tarif etmekle görevli insanların bulunduğu bir yer. Tarif etmek zorundalar çünkü bir labirentin içindesiniz, her duvar çaresizlik duvarı. Nereye gideceğinizi, nereden başlayacağınızı bilemediğiniz duvarların arasında da marketler, lokantalar, her türden ıvır zıvırı bulabileceğiniz dükkânlar var. Hastaneli bir alışveriş merkezi gibi. Temel amaç iyileştirmek değil de para harcatmakmış gibi. Belli ki kendimi alıştıra alıştıra gelmeliydim. İçerde sigara satılmıyor ama hastanenin koridorlarında kaybolmuş başka hasta yakınlarını bulabileceğiniz bazı aralıklarda hem onların içine düştüğü kâbusu dinleyip hem de sigara isteyebiliyorsunuz. Biri 3 tane sigara diğeri çakmak bırakıyor giderken. Biz hastamızı kaptırdık, bari sen kurtul diyorlar. Zaten bir daha gelmemek üzere gideceğim, bir soluk alayım.
Durakta otobüs bekliyorum. Vali konağı caddesinde bir arkadaşla buluşacağım. Orayı biliyorum, tanıdık bir yer. Tanıdık bir yere gideceğim için mutluyum. Yine de tedbiri elden bırakmayıp şoförün yanına yerleşiyorum; “şurada ineceğim, yardım edin diye”. İklim krizi yoksul olana gani gani geliyor. Otobüse binene, güneşin altında yürüyene, tarlada, inşaatta çalışana. Metal çatının altında terleyene. Bundan gayrısı ya denizde, ya yayla evinde, ya havuzda, ya da arabasında veya evinde klimanın karşısında oturuyor. Yol boyunca “limitsiz mücadele” tabelaları. Buruşturulup güneşin alnına atılan bir şehir taslağında ilerliyor, gibiyim. Yine tanıdık ama dar ve soluksuz bir yoldan geçerken, özel araç sahibinin biri yola fırlamış, otobüsümüzü durduruyor. “Bir keklik diyor, arabamın altında kaldı, durun.”
Kınalı keklik (Alectoris chukar), yaşadığım ilin, Silifke’nin simgesi. Şehrin girişinde heykeli var. Keklik seslerine, kekliklere, aşinayım. Kafesteki keklikleri tanımam ama taşta sekenleri, bir ağaç kovuğundan fırlayanları, pır pır önümden kaçışanları bilirim. Kınalı keklik, gagası, gözünün etrafı, ayakları kırmızı veya kırmızıya yakın olduğu için bu adı alan kekliktir. Onları avlayıp arabasının arkasına dizenleri de gördüm, kınalı keklikleri seven kızına söz verip avdan vaz geçeni de.
“Kayada keklik yuvası
Ayağında var kınası” *
Kısa bir anlığına da olsa beyaz, gri ve siyah arabalar metal bir ceset gibi asfalta uzanıyor. Kekliği umursamakta direnen şoför, biraz da şehir hastanesinden yeni çıkmış birinin kaba bağrışlarıyla hareket etmemeye razı oluyor. Koltuğunun hemen arkasındaki paspas sapını kapıp, homurdanarak aşağı iniyor; “Bize ne keklikten”. Kekliği keklikten tutarlar denir ya, insanı da insandan mı tutarlar?
Otobüsün altından çıkardığı keklik, dehşet ve panik içinde, nereye gideceğini bilmeden caddede koşuşturmaya başlıyor. İnsan kalabalığından, trafiğin neden durduğunu anlamayıp caddeyi korna seslerine boğan arabalardan uzaklaşayım derken kendini yerleri seramik döşeli bir mağazanın önünde buluyor. Tutunacak hiçbir şeyi yok. Küçücük ayaklarıyla seramikler üzerinde kayarak kıçının üzerine oturup duruyor. Her kalkmaya çalıştığında yeniden… Kanatlanabileceği hava yok, durup ne olduğunu anlayabileceği zaman yok. Otobüsün içindeki yolcuların kimi gülüyor, kimi bir diğerine ne olmuş diye soruyor, kimisi de işte burada, arabanın altına girdi, şimdi çıktı diye dinleyen var mı umursamadan kekliğin hareketlerini tercüme ediyor. Kekliğin keklik olduğunu bilmeyenler de bu keklik miymiş diyor yanındakine. Neyse ki arabalar boyunca ilerlemedi, çıktı oradan keklik. Elinde paspas sapıyla otobüse binip yerine oturdu şoför. Önce kekliği fark edip arabaları durdurmuş olan özel araç sahibi, sonra otobüsün şoförü gaza bastı. Trafik açıldı, aktı, keklik arkalarda kaldı veya zaten orada yoktu. Olunabilecek bir yer değildi burası.
Keklikler, böceklerle limitsiz mücadele yüzünden, yaşam alanları ellerinden alındığından, avcı kurşunlarından gitgide azalıyor. Belki bir süre sonra sadece kafeslerde görebileceğiz onları. Büyük ihtimal kafesinden kaçmış bu keklik gibi, seramiklere tutunmayı öğrenemeyecek, kornalardan, uğultulardan, binalardan, bağrışlardan ürküp kaçmaktan vazgeçecekler. Keklik yetiştiriciliği ile ilgili bilgi veren bir kitapçıkta da şöyle deniyor; “Yumurtalar günde en az 2 kez toplanmalıdır. Çünkü entansif (yoğun, kalabalık demek istiyor herhâlde) şartlarda yetiştirilen kekliklerde, yumurtaları kırmaya yönelik davranışlara sık rastlanır.”
Şehirden çıkarken keklik başlı bir Minotaur kuruluyor düşüme, kınalı kocaman gözleriyle bana bakıp; labirentin çıkışını buldum diyor. Elele tutuşup “bulduk, bulduk” diye sevinçle dönüyoruz.
* Bir Eskişehir Türküsü’nden; http://turkoloji.cu.edu.tr/CUKUROVA/sempozyum/semp_2/bozyigit.pdf