karanın suya doğru üflediği

Bir ara çatlaklara takmıştım. Duvardaki çatlak, bardaktaki çatlak. Elinde çekiç olan her yerde çivi görür misali. Gözlerim de çatlakları arar, onlardan bir anlam çıkarmaya çalışır olmuştu ki, Uzakdoğulu bir ustanın elinden çıkan bir seramik işini gördüm. Önce kilden güzel bir kâse yapmış, sonra kırmış o kâseyi. Sonra da her parçayı altın rengi bir macunla tekrar yapıştırmıştı. Diğer anlamlarının yanında, çatlaklar bir kusur değil özgürlük olanağıydı bundan gayri. Su o çatlaklardan sızıp yolunu bulur mu bilinmez ama hiç değilse bilinmez artık. Yoksa bilinir mi? Su akar yolunu bulur.

Macun, altın rengi olmasaydı çok daha iyi olurdu elbette ama büyük bir çoğunluğun anlam dünyasında değerli taşlar/madenler ne yazık ki belli; altın, elmas, zümrüt, yakut, gümüş, pırlanta vb. Hepsinin çıkarılıp bize ulaşması dünyanın o güzelim yüzünde açılan koca bir kara delik sayesinde oluyor. Sadece bununla da kalmıyor bu değerler dünyasına girememiş ne pırlanta ne elmas olan taş saygıyı yitiriyor, mesela kireçtaşı.

Bildiğin kaya. Taş işte. Ama dağın yüzüne serpilmiş gibi. Olağanüstülük oluşunda, karşılaşmamızda, altında, içinde, üstünde yaşayan hayatta. Onu oradan kaldıran kırıcılar var bu dağda. Dağın yüzünü değiştiriyorlar Beko’yla. Bana sorsanız medeniyet Beko’dur derim. Bence Medeniyet de böyle der. Yapabilecekleri şunlar; oyabilir, kırabilir, öğütebilir, yerinden kaldırabilir, taşıyabilir. Bozup yeniden yapıyor gibi görünüyor uzaktan ama çok uzaktan. Kendiliğinden olan ve geçit vermeyen görüntü, yerini dört başı mamura bırakıyor Beko’yla. Çalılar, taşlar, kayalar, engebeler, köşeler, kuytular, kuşlar, solucanlar, böcekler, yılanlar, akrepler ve gözün görmediği, kirasını ödeyemeyince evden çıkarılan insanlar gibi yuvasız bırakılıyor.  Bir bakıyorsunuz abdestbozan (Sarcopoterium spinosum) bir bekçi gibi kapanmış toprağın üstüne, burada korunacak bir şeyler var diyor. Bir bakıyorsunuz Beko söküp atmış o abdestbozanı.

Bir bakıyorsunuz kaya içine almış kızılçamın gövdesini de büyütmüş. Bir bakıyorsunuz o kaya, taşsız tarlalar hayaline ağaçtan boşanıp taşınmış sınır duvarına. Taşlar, engebeler, kuytular, köşeler rahatsız ediyor insanları. Oysa benim çatlağım o, beni geç, doğanın çatlağı. Karanın suya doğru üflediği. Her yanı olanak olan. Altında, içinde, üstünde yaşayan hayatla.

Ovada hep taşsız tarlalar gördüm dağa çıkana dek. Dağın taşlı tarlasını garipsedim ilkin. Gözüm o kadar alışmış ki taşsız tarlaya, oluru bu sanıyorum. Zamanla taş bana öğretti neden orada olduğunu. Soran herkese öğretiyor. Bir kaldırdım, altında bir canın yuvası, bir baktım, içinde büyümüş bahar sarmaşığı, bir gördüm, üzerinde donmuş eski zamanların kocaman bir balığı, bir şaşırdım, kuzey rüzgarına karşı arkasına almış da kayayı bitmez denilen yerde bitmiş bir hambeles (Myrtus communis). O zaman gördüm dağı.

Ben dağı gördüm de Orhan Veli’de görmüş göreceğini geçim derdine gelene kadar. Tutmuş demiş ki;

“Ne yârdan geçerim, ne serden;
Ne denizlerden, ne gökyüzünden ama…
Bırakmıyor son gördüğüm,
Bırakmıyor geçim derdi.

Oymuş, diyorum, zavallı şairin
Görüp göreceği.”

Bir fabrikanın kargo bölümünde çalışan, iki çocuklu, iki cevherli bir işçiyle tanışmıştım. Aynı fabrikadan 6 arkadaş birleşip civarlarında inşa edilen HES’ten bir hisse almışlardı. Özgürlüğün olanak olduğunu, bu olanağın da bugün paraya tahvil edildiğinin farkındaydı. Çocuklarına olmalarına hükmedilen şeyden başka bir olanak sunmak istediğini söylüyordu. Maddi ihtiyaçlarımızın farkındalığından manevi ihtiyaçların farkındalığına doğru yükselen bir basamaklar sistemi var. Teoriye göre maddi ihtiyaçlarını karşılayamayan manevi bir farkındalık da geliştiremiyor. Bu her zaman böyle işlemiyor. Tüm bağlarımızdan zoruncak koparıldığımız zaman aç da olsak ruhumuzu keşfedebiliyoruz. Bir kırılma, sınanma ânında. Ancak para, kaderimizi değiştirecek, bizi insan yapacak, bize onur ve güç verecek tek kaynak oldukça, hayat belki de hiç olmadığı kadar bu kırılma ve sınanmalara kapanıyor. O vakit suyun boşuna aktığını söyleyene inanıyormuş gibi yapmamak, inanmamak zor.

Anlıyorum ki burada dönen insan ve sonunda üç kuruşa üç kuruş verim için açılan tarlalar, bekoların, traktörlerin, elektrik direklerinin ve asfaltın sokağında birbirine komşu. Bu çıkmaz sokağın kaidesiymiş, son gördüğü bırakmazmış insanı, ki dağını, taşını, toprağını geçimi kadar düşünsün. İnsan düşünmek isteyecek ki dağı, görsün başka sokakları, başka komşuları. Geçim bir nefes aldıracak ki insana, görsün nefes almanın kaç yolu var. Yoksa hep bildik hikâye, kör olma da gör beni.

Mutfakta, bir dağın ocağından sökülmüş yekpare granit levhanın üzerine sıcak yemek tenceresini koyarken düşünülmez ki bunlar. Orada komşusundur çıkmaz sokağa. O levhanın geldiği dağa bir yol, bir olanak, bir düşünce giderse belki. HES hissesini bir de HES’in kurulmak istendiği dağın insanına sormalı. Onun hissesi parayla satılıyor muymuş? Bir yol döşemek gerekir belki, bu iki insanın arasına, insandan kayaya, insandan ormana. Şu bitmez zannedilen karanlık oyunun içine ışık sızdıran bir çatlak gibi.

Dağın yüzü öğren diyor, canı besleyen gözlerimi kör ettiler. Dağın yüzü bak diyor diğer yollarda ne var, yok taşınacak yerim.

Görsel: Kireçtaşı kayasının oluklarında biten emzik otları (Onosma sp.)

Yukarıya kaydır