Her şeyin en az benim kadar canlı, duygulu ve düşünceli olduğu düşüncesi ürkütüyor. Kapı açılırsa tüm evrene dağılacağımı düşünüyorum. Tek ve bir olmak da diyebilirdim, ancak bu teklik ve birlikte beden kime ait? Kim kimin içinde? Eğer dış sınırı oluşturan benim bedenimse, dünyayı kendimde duyuyorsam yine de her şeyi kendi merkezimden görüyorum demektir. Oysa merkezden ayrılmak, kendimi dünyada duymak istiyorum. Dağılmak kelimesiyle karşıladığım durumda ise kendi bedenim yok artık, ona aitim. Bir kuşu yaşamaya, ezilen bir toprak parçasına, çiğnenen bir bitki köküne, akan bir yıldıza. Dünya bana böyle baktığı zaman bütün bağlantılar değişiyor. Örneğin hafızam artık Misket’le* birlikte taşıdığımız bir yük. Üstelik Misket bunun zaten farkında olduğunu havlıyor.
Uykuyla uyanıklık arasında Levi-Strauss’un, yılan ısırığını diş şeklinde bir tohumla tedavi eden yabanıllarını, Yaşar Kemal’in doğasını, bağlantıları, bedeni, sınırı düşünüyorum. Bütün bunlar yatacağım rüyada açmayı umduğum bir kapıyla ilgili.
Bedenimizin nasıl örgütlendiğine dair bir ilk anlatı veya başka bir demeyle bitkiler âleminin, insanın da dahil olduğu hayvanlar âleminden ayrılışı hikâyesi şöyle başlıyor; “Çekirdekli hücreler hayata adım atar atmaz işbirliği içinde çalışmaya başladılar. Bir mavi yosun kolonisinde olduğu gibi yalnızca yan yana gelmekle yetinmediler, özelleşerek bir araya toplandılar. Çevreyle yüz yüze olan bir ‘dış’ ve korumaya alınmış bir ‘iç’ kavramında biçimlenen işbölümünü yarattılar. Özelleşen her hücre özveride bulunmak zorunda kaldı ve ötekilere bağımlı hâle geldi. Merkezdeki hücreler artık ışık alamadıklarından fotosentez yapamaz hâle geldiler; bu nedenle çevrelerindeki hücrelerin onları beslemesi gerekti.” (1)
Her hücrenin -olağanüstü durumlar ve bazı dış etkenler dışında- birbiri için çalıştığı bir işbirliği ortamı. Çevreyle yüz yüze olan bir “dış” yaratarak -bir eğretilemeyle buna “derimiz” diyelim- hayatı bir kozaya mı hapsettiler? Hayır “dış” çevreyle ilişkisine devam ediyordu, hep etti. Dış, çevreyi karşılayandı. Gözeneklerimizden geçen rüzgârlar gibi, o rüzgârların içindeki zerrelerin içimizdeki konuklukları gibi. Ta ki beden, insanı dünyadan ayıran özel nitelikli bir sınır olarak görülmeye başlayana kadar. Derimiz, içimizin nihai sınırı değil oysa, bir organ, onu çevreleyen bir dünya var. İkinci bir deri gibi ve kendi derimizle onun derisi arasında da tüm canlılar. Bu ara katmanda bulunan her şey iyilik sistemini oluşturan organlar olamaz mı? Ben de bir başkasının ara katmanındayım.
Bitkilerle ortak atalarımızı görebilmek için 1,37 milyar yıl önceye gitmemize gerek yok. Kontrolsüz hücre bölünmesinin sebep olduğu kanserler, benzer hücre yapılarına sahip olduğumuz bitkilerin de yakalanabildiği bir hastalık. Birlikte yaşayan iki kadının aynı dönemde regl olması gibi, ortak hücreleri ve ortak yuvayı paylaştığımız bitkilerle -tabii ki hayvanlarla da- hâlleşmek neden garip olsun ki? Kocaman bir ağaç gördüğümüzde vücudumuzda başlayan karıncalanma, kendisine bir kese kâğıdı çikolata ve şeker getiren nenesini görünce bir çocuğun yaşayacağı sevince benzemez mi? Akrabaların buluşması. Bu yüzden “iliklerine kadar”, “iliğine işlemek”, “iliklerinde duymak” söz öbeklerini çok severim. “Düşünmek” veya “hissetmek” bile karşılamaz bu durumları. Temelde bir şeyler oluyordur.
Ağacın hücreleriyle benim hücrelerimin akraba olduğu buluşu bana ait değil. Ama bildiğim en güzel buluş. Akrabalık torbasının içine ne doldurduğumuza göre anlam kazanıyor. Akrabalık, birbirinden ayrı olan iki canlı arasında kurulan ilişki midir, dolayısıyla ben ve öteki arasında bir karşıtlık mı varsaymalıyım? Yoksa Maorilerin söylediği gibi “içsel dayanışma” mıdır? Yani ben ve öteki yoktur, müşterek bir varoluş vardır. İliklerine kadar akrabalık da diyebilirdim. “Fiji’de bedensel bilgi özellikle bedensel deneyimi ve farkındalığı aşar ve diğer bedenlerde ve kozmosta yeniden konumlanarak kolektif olana sızar,” diyor Sahlins. Bu deneyim sadece insan için değil tüm canlılar için geçerlidir diyor Mevlana da; “Eğer saman çöpünde kehribarla birazcık müşterek olan bir cüz olmasa, hiçbir zaman kehribar tarafına gitmez.”
Hemen bütün inanışların temel motiflerinden biridir “bedenden kurtulmak”. Kimi bunu aşağılayarak, kimi kendinden daha büyük bir gerçeği işaret ederek yapar. O kadar ilginçtir ki bedenden kurtulmak salık verilmeden önce bir beden düşüncesi inşa etmek gerekmiştir. Bir yabanıl, Hıristiyanlığın, düşüncelerine ruh kavramını soktuğunu iddia eden misyonere şöyle diyecektir; “Ruh mu? Pöh! Ruhu bize sen getirmedin. Biz ruhun var olduğunu zaten biliyorduk. Biz hep ruha göre hareket ettik. Senin bize getirdiğin şey beden.” (3)
Bugün beden deyince anlaşılansa daha çok zihin kılıfı olarak bedendir. Bu beden, Levi-Strauss’un yabanıllarının, yılan ısırığıyla diş biçiminde bir tohum arasında kurduğu bağlantının dünyasında yaşayan bedene hiç benzemiyor. Bizim için birileri tarafından kurulmuş hazır bağlantılar olmadan dünyaya baktığımızda ne bulurduk? Dünyayı bilmek değil sezmek, duymak noktasında durarak. Sezgi öncelikle herkesin kendi tekelinde olan bir uğraş, bilinenleri bilmek gibi değil. Karaçalının dikenleri yanımda olursa kötü ruhlar dalıma konmayı bırakabilir. Her ne kadar bugün hayatlarımız bir bilme kabının içinde eritilmiş olsa da bu oyunu oynamayı seviyorum.
İbn-i Sina da benzer bağlantılar kurmuş;
“Mezkur tabibler bu hususta düşünüyorlar ve verecekleri muberrid devaların dık ateşinin ocağı ve hummanın mebdei olan kalbe kadar gideceğini, kalbe nüfuz edeceğini pek ummayorlar ve bu noktadan meyus oluyorlar; o müberrid devaları kalbe kadar götürmek için bir kılavuz arayor ve o kılavuzun yol açarak o devaları kalbe kadar götürmek için yardım etmesini istiyorlardı.
Mezkur tabibler aradıkları kılavuzu bulmak için düşündüler.
Düşüne düşüne bu kılavuzun har olan takımdan olmasına karar verdiler.
Bu ciheti kararlaştırdıktan sonra har olan devaların içinde bu işe en elverişli olarak safranı buldular, ondan yardım istediler ve itimad ettiler ki eğer tabiat kavi ise safranı kendi hâline bırakır. Verilen devalara safran kılavuz olur. Onları çeker ta kalbin civarına kadar götürür. Oraya gelince tabiat safranı o devalardan ayırır. Yalnız o devalar kalbe yol bulur girerler.
Çok kerede olur ki safran gerek kılavuzluk yaparken; gerek sair menafiini vererek giderken yanında bulunan devanın latif cüz’üne latifliğinden dolayı tahallül arız olur ve dağıtılarak bir takım uzuvlara gider.” (2)
Humma’nın kökeninin kalpte olması, kalbe çare olacak bitkinin har takımından seçilmesi, safranın har takımından bir bitki olması, diş ağrısını kuş gagası tozu ile tedavi etmeye çalışmaktan çok da farklı kaynaklardan beslenmiyor. Her ne kadar İbn-i Sina hekimlerin piri kabul edilse de zerrelerin kolektif olana sızabildiği bir dünyada henüz bağlantı kurma biçimi radikal bir kırılmaya uğramamıştı.
Milattan önce 4000’lere gelinceye, yani yazının bulunmasına kadar geçen 40 bin yıllık sürede insanlar kendi kendilerini tedavi etmeyi öğrendiler. Bu bilgiler buharlaşıp uçmadı, yazılı kaynaklara aktarılarak ve sözlü kültürde anlatıla gelerek bugün bize kadar ulaştı. Kızdırılmış at nalı üzerine konan bir miktar püse, biraz iç yağı ve ban otu tohumunun kurtları düşüreceği reçetesinde olduğu gibi. Tarifler ulaştı ulaşmasına da müşterek varoluş ulaşamadı ama yine de açık veya aralık bulduğu her kapıdan sızıyor.
Artık rüyama yatabilirim, dağıldığım yere.
Görsel: Sonbaharda yapraklarını dökmüş bir karaçalı (Paliurus spina-christi)
* Misket, birlikte yaşadığımız köpek arkadaşlarımdan biri.
(1) Bitkilerin En Güzel Tarihi, çev. Nedret Tanyolaç, İş Bankası Yayınları, 2002.
(2) Hindiba Risalesi, İbn-i Sina, çev. A. Süheyl Ünver, İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü, 1937.
(3) Akrabalık Nedir, Ne Değildir, Marshall Sahlins, çev. Asena Pala, Dipnot Yayınevi, 2015.