Yağan azıcık yağmurun bile bir haber değeri var burada. Yağmur yağacak diye ötüşmeye başlıyor kuşlar, yağmur geliyor diye haberlendiriyor birbirini insanlar. Yağmurla birlikte yapılacaklar listesi uzuyor. Bu bir derme çatmalığa delalet. Belki de konaklamaktır işin anahtarı. Bir yerin var, yurdun var ama misafir olduğunu biliyorsun, hiç kalkmayacakmış gibi oturmuyorsun yerinde. Ev idareten, kap kacak idareten. “Yağmur mu yağacakmış, he”, “He, he”
Her yaşayanın hayatı havanın cilvesine bağlı değil. İnsan soyunun düzeni birçok garip mesleği edinmemizi sağladı, böylece bizi gönendiren bir dünyada yaşamamıza rağmen hayatlarımızı O olmasa da olurmuş gibi sürdürebiliyoruz. 20 katlı bir plazanın 17. katında yaşarken düşünülen veya düşünülemeyen dünyayla, bu yağmurda dizlerimize kadar çamurun içinde ıslanırken düşünülen dünya elbette farklı olacak. Bu değil midir pratiğin veya deneyimin alt üst eden, harmanlayan gücü? Ayaklarımızın altına düşünülecek bir dünya serilmiştir ama arabalarımızın altına değil. Bir şair de “Coğrafyanın hüznünü anlayabiliyor musun?”* demişti. Arabalarla, uçaklarla kat edilen bir dünyanın coğrafyasını düşünerek.
Koca analarımızı ve atarımızı bağını bahçesini bırakıp şehre göçmeye veya olduğu yeri şehir kılmaya iten ânı düşünüyorum. Yağmur ne zaman gündeliği etkilememeye başlamışsa o zamanı. Bir ses, tiz, emir veren ve zor gücünü peşine katmış bir ses yağmurları başımızdan, çamurları ayağımızdan eksik etti. Bu her yerin hikâyesi olmasa da her yeri değiştiren bir hikâye. Yaşadığım, okuduğum, tanık olduğum ve duyumsadığım her şey de bu hikâyeye koşuluyor, bu hikâyeyi çeken atlar oluyor her biri.
Dünya ayarlı yaşamak… Işığın hücrelerimize yaptığını, mevsimin aklımıza yaptığını, yağmurun tenimize, rüzgârın tohumlarımıza, güneşin karnımıza yaptığını, bulutun düşlerimize, uçuşun kanatlarımıza yaptığını düşünebilecek kadar çıplak olmak. Aynı biçimde karanlığın da… Yani bir dünyada yaşamaktan haberli. Bu yüzden yer değiştirmeyi öneriyoruz. Ormanlar iyi gelir vereme.
Bu derece dünyaya ayarlı olamasak da -henüz ve belki de hiç, bilemiyorum- bir alıcı kuşun yuvası misali yükseklere kurulmuş, iyi kötü yabanın malzemeleriyle çatılmış bir evde oturuyorsanız, yağmur bulduğu deliklerden içeri girer, rüzgâr girer, güneş girer, soğuk girer, fare, yılan, kuş, yarasa, çıyan, akrep, türlü mahlukat da öyle. Ev kendini dışarıya kapatmamıştır. Şimdi kullanılan anlamda bir evden ziyade, geçici bir korunaktır. Bir kuş uykusunda düş görebileceğiniz kadar korunaklı. Bazen yağmur o kadar şiddetli yağar ki kuş uykusuna daldığınız döşek akan yağmur sularını ağırlar. Uyku bölünür, evin içinde daha kuru bir yer bulunur, uykuya orada devam edilir. Böylelikle dünya kendini size sürekli hatırlatmak zorunda kalmaz. Hiç gitmemiştir ki, hep buradadır. Çelik kapıları kapatınca, pvc pencereleri örtünce dışarıda bırakabileceğiniz bir şey değildir dünya. Çisil çisil yağan bir yağmur bile uzun süre yağarak gününüzü değiştirir. Nohut odanın içi kaplarla dolar, bir de hava soğuksa tüm canlılar sobanın başına üşüşür, elektrik gider, taslaklar kâğıt kalemle çizilir, bahçe işleri askıya alınır.
Dünyayı bu unutamayış bir lütuf. Yağmurda ıslandıkça var olan dünya…
Hava geçirmeyen, ses geçirmeyen ama her nasılsa sokak lambalarının ışığını geçirerek insanı uyutmayan kapkapalı evlerde, dünya o duvarların içinde ne varsa ondan ibaretmiş, hayat orada başlamış, orada bitecekmiş gibi görünüyor. Hele de hangi musluğu açsam aynı ısıda akan o kombi suyu, bir odadan diğerine geçince üşüyememek… Yüzümü aklayan o buz gibi su, uykuyu mayalayan kör karanlık yok mu?
İşte yağmur yağdı, uzun günler boyunca. Günlerden bugün güneş açtı, yavaş yavaş ısıtıyor; üşüyen, ıslanan cümleyi.
* Yehuda Amichai
Görsel: Adonis flammea (Cin lalesi) veya bir Adonis türü