Ateş sönmeye yüz tutmuşken günlerdir yatamadığım uykuya yatmak umuduyla gözlerimi yummuştum. Gecenin ikisinde yanan ot/ağaç kokusuyla yerimden fırladım. Bahçede gezdik, dolandık, etrafımıza göz, kulak kesildik, ne duman, ne ateş göremedik. Yine de 112’yi arayıp durumu anlattım. Bizden yukarıdaki mahallede çıkan yangının kokusunun rüzgar sayesinde gelmiş olabileceği, panik yapmamamız gerektiği söylendi. İçinde yaşadığımız ormana bakan 2 yangın kulesinde görevli olup olmadığını sordum, sadece duman olsa görebilirler değil mi, dedim. Nöbetçi varmış, dumanı da görüyorlarmış. Azıcık rahatlayacaktım ki, doğru bilgi aldığımıza/alacağımıza güvenimin olmadığını hatırladım. Saatlerce uyuyamayıp nöbet tutarken yorgunluktan bayıldık. Hikayenin aslını bugün öğrenebildim. Bahçenin tekinde sebebi bilinmeyen bir yangın çıkmış, derken ormana atlamış Hikayeyi anlatanlar ya izmaritten, ya da avcılardan şüpheleniyor. (Yangınların neredeyse yarısının sebebi bilinmiyor.)
Ateşi söndürmeye, izlemeye koşanlar, korona olup göreve çağrılanlar, ağzında sigarayla gelenler hep birlikte kontrol altına almışlar yangını (!) Lakin söndürme çabasına katılanlar daha eve varmadan bir dedikodu almış başını yürümüş. Köyde yabancı plakalı bir araç varmış, kıvırcık saçlı bir adam görülmüş, 3 kişi birini kovalıyormuş, ateş edilmiş ve daha neler. Kimi eniştesinden, öteki çok sevdiği arkadaşından, beriki teyzesinden duyduğunu dile getiriyormuş zira. Yalan söyleyecek halleri yok ya! Tıpkı çocukken oynadığımız kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi, herkes kendi anladığını, düşündüğünü hikayeye ekleyerek diğerine aktarır. Oyun sonunda ilk sıradakiyle son sıradakinin söylediği arasında her zaman kocaman bir fark olur. Oysa herkes ne duyduysa onu söylemiştir. Bir oyun oynuyor olsaydık hiç sorun yoktu da allanıp pullanan hikaye, canavara dönüşüp kimi yerde yol kesiyor, kimi yerde linç ediyor, kimi yerde zarar veriyor. O saatte yabancı plakalı, kıvırcık saçlı bir adamın sürdüğü hiçbir araç köye yanaşmadığı için seviniyorum.
İyi ki çocukken içine kuşların bile yuva yapabildiği saçlarım biraz düzleşti de kıvırcık değilim artık ama plakayı değiştirmeliyiz.
Geçen sene de yangınlar çıkmıştı, hatta verilen bilgilere göre önceki senelere bakıldığında 2 kat artmıştı yanan alan büyüklüğü. Normalde ortalama 8-10 bin hektar yanarken 20 bin hektar yanarak bugünün haberini vermişti çok önceden. Yine de sabotaj fikrinin baskın bir şekilde dillendirildiğini, suçlu arandığını hatırlamıyorum. Bugünden farkı neydi? Yangınların gerçekleştiği yerlerin bilinirliği, yangının şiddetinin ve sıklığının artması, orman teşkilatlarının kara ve hava ekiplerinin olmayışı veya taşeronlaştırılan hizmetlerin yetersizliği, hem iktidarın hem muhalefetin beslendiği çeşitli gruplara yönelik düşmanlık söyleminin artışı bir araya geldi. Sadece bizim için değil başka ülkeler için de durum böyle. Örneğin Yunanistan’da Atina çevresinde çıkan yangınların arkasında “kundaklamaların da olabileceği” şüphesi üzerine soruşturma başlatılmış. Cezayir İçişleri Bakanı “Vilayetin farklı noktalarında 50’den fazla yangının eş zamanlı çıkmasının arkasında sadece suçlular olabilir” buyurmuş. *
Olağanüstü hal, ‘yeni normaliniz’ diye dayatılırken insan eylemleri de sele dönüşüyor. Metrekareye düşen yağış miktarı arttı ama seli tahliye edecek bütün yollar düşmanlık, nefret binaları, hafriyatıyla dolu. Kim imar izni verdi, nasıl imar edildi bunca düşmanlık? Salgın, kuraklık, ekonomik kriz, göçmen krizi, müsilaj, yangın, sel, derken bir de insan taşkınları yaşanmaya başladı. Tarih boyunca yaptığını yineleyerek, önüne ne çıkarsa sürüklüyor.
Avrupa’yla yapılan pazarlıklar yolunda gitmeyince, vanalar açılıp göçmenler Edirne sınır kapısına otobüslerle taşındığında, gündemdeki düşmanımız Avrupa’ydı mesela. Kısa bir an için sınır dışından bir düşmana ihtiyacımız olmuştu. Devlet, toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef, değil mi? Bu içeride bir düşmanı işaret etmekten daha yeğdi en azından, sadece efelenip susuluyordu.
Ya içerideki düşmanlar? Tüm bunlar yine yaşansaydı da Türkiye’de azınlıklar, göçmenler yaşamasaydı ne olurdu acaba? Uzun zamandır unutulan komünistler, yoksullar, işçiler topun ağzına buyur eder miydi? 80’lerde 12 Eylül darbesinin mimarlarına göre düşmanlarımız onlardı. Neyse ki muhalefet de, iktidar da bizi hiçbir zaman düşmandan yana aç komadı. Bu sazın düzeni devam edebiliyorsa bunu düşmanlarımızın çokluğuna borçluyuz. “Ülkemde mülteci istemiyorum” diyenler düşmanı gözlü kuyulardan çıkardığımızı bilmiyor mu? Bu kaynak tükenmez. Onlar giderse herhangi bir sorun olduğunda kimi istemeyeceğinizi hiç düşündünüz mü, B planınız var mı? Düşmanın değerini bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Politikacılara bir bakın; kovalım diyenlerin de, davulla zurnayla uğurlayalım diyenlerin de hallerindeki memnuniyet, ellerindekinin değerini bilmelerinden kaynaklanıyor. Suriye’deki savaşa oy birliğiyle tezkereler çıkarırken sığınmacı/mülteci sorununu ne yapacaklarını hiç düşünmemiş olabilirler mi?
Afganların Türkiye’ye göçü sanki yeni başlamış bir mesele gibi ele alınıp müdahil olduğumuz savaşlar bizi ilgilendirmezmiş, savaşa ateş taşıyan demokrasilerimiz bunun dışında tutulmalıymış gibi davranıyoruz. Şu söyleşiyle 2016 yılında karşılaşmıştım, Farzad Shafahi’nin dediklerini hiç unutmadım; https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160408_farzad_afgan_gocmen Yunanistan’a geçebilmek için Edirne sınır kapısına yığılanlardan biri olan Afgan gencin dediklerini de;
“Zonguldak’tan geldik. Bakanın açıklamalarından sonra biz geldik buraya. Ama görüyoruz ki Yunan vatandaşlar, Yunan polisler bizi bırakmıyor. Ne yapalım, biz de mecbur burada kaldık. Artık geriye de gidemiyoruz. Bekliyoruz, bekliyoruz, Bizim, efendime söyleyeyim, Angela Merkel’i bekliyoruz yani, Birleşmiş Milletler’i bekliyoruz. Onlar ne yapacaklar. Pek bir şey yapmayacaklar. Bir daha anlaşma yapacaklar, ondan sonra yine bozacaklar. Böyle, bizle siyaset oynuyorlar. Bizi silah gibi kullanıyorlar. Açmazlarsa başka yollardan gideceğiz. İpsala var, efendime söyleyeyim, Bulgaristan var. Gideceğiz yani bir tür. Göç idaresi bize dedi ki; “Gidin artık, sınırlar açıldı gidin artık” Bu ne demek oluyor, artık gidin sizi istemiyoruz. Ya abi, açık açık söylüyorlar, gidin artık istemiyoruz diye. Avrupa Birliği’ne niye gitmek istiyoruz, bak. Orada savaş yok. Geldik Müslüman ülkeye. Bak Allaha şükür müslümanım ama, savaş açılıyor,. Benim ülkemde 50 senedir savaş var arkadaş! Ondan sonra buraya oturuyoruz. Çalışırken bize bağırıyor patronlar, arkadaşlar bağırıyor, siz niye gidip de kendi ülkenizde savaşmıyorsunuz diye. Şimdi kardeşimin karşısında nasıl savaşayım ben? 50 senedir savaş var. Afganistan savaş ülkesi. Yani ne zamana kadar savaşalım. “Benim dedem savaştı, benim babam savaştı, benim kardeşim savaştı, amcam savaştı. Artık yeter”
Komünistler yoksulları/işçileri, Kürtler, Ermeni ve Alevileri, Suriyeliler ve Afganlar hepsini birden linçten, bir katliamdan, hedef olarak gösterilmekten koruyor. Düşman avımızın kuralları gereği sona kalmak çok tehlikeli olmakla birlikte kuralları koyanlar ihtiyaca göre düşmanı değiştiredebiliyor. Kendini parça parça feda eden, çoğu kez birbirinden haberi bile olmayanların dayanışması. Ama düşmanlaştıranlar, linç edenler, göçmen krizi yaratanlar birbirinden haberli, planlı, programlı politikalar yürütüyorlar. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün verdiği bilgiye göre, Altındağ’da Suriyelilere yönelik linç eylemlerinde gözaltına alınan 76 kişiden 38’inin, yağma, kasten yaralama, hırsızlık, uyuşturucu madde bulundurma/ticareti vb. suçlardan kaydı bulunması tesadüf mü? Linççilerin mahalleden olmadığı, dışarıdan taşındığı yönünde inanması hiç de güç olmayan iddialar da var. Hala 12 Eylül’ün habitatını değiştirdiği bir korku toplumunda yaşıyoruz. Üstüne yeni darbeler, yasaklar, ihbarlar, cezalar da eklendi. Birileri “saldırın” demese, izni vermese buna kalkışacak çok fazla insan çıkacağını sanmıyorum. Ancak kötülüğü mahalleden de kovmuyorum, iştirak edenler olması başlı başına bir sorun zaten. Kafamı kurcalayan çok daha garip bir şey var; yangınlar çıktığında sabotajcı/suçlu/düşman aranması gayet normal görülür, çabucak destekçi bulurken, bir linç eyleminde neden ‘halk galeyana geldi’ deniyor da teşvik eden/suçlu aranmıyor? Mahalle halkının senelerdir birlikte yaşadığı, kabul ettiği, dükkan, ev kiraladığı, çalıştırdığı, mal aldığı, sattığı Suriyelilerin dükkanlarını, evlerini, arabalarını sebebi henüz bilinmeyen, adli bir olayın tetiklemesiyle taşlamaya, yağmalamaya, yakmaya başlamaları beklenmedik ve de utanç verici değil mi yoksa? **
‘Çekirgeleri dinlemek’ kitabında Arundhati Roy içinde ‘Siachen Glacier’ savaş meydanının da bulunduğu buzulları eriyen bir bölgeyi anlatırken şöyle der;
“Dünyanın öbür ucundaki o insanlar barışa, konuşma özgürlüğüne ve insan haklarına inanan kişilerdir. Bu insanlar, hükümetleri BM Güvenlik Konseyi’nde yer alan, ekonomileri büyük oranda savaş ihracına ve Hindistan ile Pakistan gibi ülkelere silah satışına dayanan, etkili demokrasiler içinde hayatını sürdürmektedirler. (Kaldı ki bu liste bizimki gibi ülkelerle sınırlı değildir ve uzayıp gitmektedir: Ruanda, Somali, Kongo Cumhuriyeti, Irak, Afganistan… ) Buzun erimesi alt kıtada sel baskınlarına yol açacak ve sonunda milyonlarca insanın hayatını etkileyecek kuraklıklar doğuracaktır. Bu durum da bizim elimize savaşmak için daha fazla gerekçe verecektir. Yani daha fazla silaha ihtiyacımız olacak. Kim bilir, dünyanın şu anki resesyonu aşması için ihtiyaç duyacağı şey belki de sadece bu tür bir tüketici güvenidir. O zaman, yani bu tüketici güveni sağlanmışsa, başarılı demokrasilerdeki her insan daha da iyi bir hayat sürecektir ve buzlar daha da hızlı eriyecektir.”
Göçmenler için son durak görevini yerine getirmemiz Avrupa için bu türden bir güven anlamına geliyor olmalı.*** Dolayısıyla bu defter daha uzun süre kapanmayacağa benziyor. Tam da Afgan gencin dediği gibi, “Pek bir şey yapmayacaklar. Bir daha anlaşma yapacaklar, ondan sonra yine bozacaklar. Böyle, bizle siyaset oynuyorlar. Bizi silah gibi kullanıyorlar. “
Belki de en iyisi düşüncelerini susturup rüzgarı dinlemek, o anlatıyor düşmanlık safsatasının künhüne varmanın sırrını;
daha kaç köyden sürülsün insan
adam oluncaya dek?
daha kaç derya dolaşsın martı
bulsam diye bir tünek?
daha kaç toptan atılsın gülle
harp toptan kalkıncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda.
daha kaç yıl kök salsın ağaç
bahar açıncaya dek?
daha kaç yıl kök söksün bu halk
yerin bulsun diye hak?
daha kaç aydın ışığı görüp
görmezlikten gelecek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda.
daha kaç can canından geçecek
cana yetinceye dek?
daha kaç el boş açılsın göğe
göğermedikçe yürek?
daha kaç teller kopsun sazlardan
bu ses duyuluncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda….
Çeviri: Can Yücel
*”Cezayir’de yangında linç edilen sanatçının hikayesi: ‘Oğlum sevdiği bölgeye yardıma gitti. Onu diri diri yaktılar'” https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-58267294
**”İki yıl önce Saraçhane’de benim de katıldığım “Göçmenler Kardeşimizdir” başlıklı bir eylem olmuştu. Sonra orada yarısı gözüken yarısı gözükmeyen bir pankartta “Türkler defolsun” ifadelerinin yer aldığı ve eylemin Suriyeliler tarafından örgütlendiğine dair paylaşım yapıldı ve bir anda olay patladı. Ve bu fotoğrafın atıldığı dakikalara baktığımızda Twitter, Facebook, Instagram, YouTube ve Ekşi Sözlük’e girilmeleri dakikası dakikasına neredeyse aynı olduğunu görüyoruz.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/yasir-bodur-hayatlarini-koruyacaksa-gocmenlerin-izolasyonu-bile-dusunulebilir-makale-1531955)
***Alman Yeşiller Partisi’nin Avrupa Parlamentosu milletvekili Katrin Langensiepen’in Altındağa’la ilgili paylaşımına ithafen bir takipçinin “Bu sizi ilgilendirmez” yorumuna karşılık Twitter hesabından verdiği cevap da talihsiz bir biçimde bunu doğruluyor; “Of course, we give you the money.” (https://twitter.com/k_langensiepen/status/1425797768753319945)