Kendi yolumu çizmeye başladıktan sonrasını hesaba vurursak şehirde geçirdiğim hayata denk bir kırsal deneyimi biriktirmiş oldum. Başka şeyler yanında kırlar, dağlar, ovalar, nehirler, bitkiler, hayvanlar, tarım ve insan arasında geçti hayat. Orada da burada da. Şu dağda da, berikinde de. Yerken de, ekerken de. Arada toprak pul oldu. Her türlü yoldan; ancak senin, benim, onun eliyle.
Yaptığın seçim bir yerlerde bir şeyleri değiştiriyor. Yaşarken de, giderayak da değişimi görüyorsun. Bu sabah bize yaşadığımız yeri satan emlakçının telefonuyla uyandım. “Bahçemizi ne kadara ve kime satmıştık”, soru buydu. Niye satmıştık, neden gidiyorduk falan fişmekan değil; “kime ve ne kadar?”. Eh emlakçı değil mi, işi bu diyebilirsiniz. İş, topraktan, havadan, sudan ayrı olunca, “işi bu” açıklaması her türlü tuhaflığı veya adaletsizliği normalleştirmeye yarıyor. Fiyatı öğrenmek istemesinin sebebi elindeki malların yani çevre toprakların piyasa değerini belirleyebilmek; Ahmet Efendi’nin evi şu kadar eder, Latif Bey’in tarlası şu kadar. Yaptığınız alışveriş köylünün işini bırakıp elindeki arazileri satıp şehire göçmesine sebep olabilir örneğin. Veya etraftaki herhangi bir toprak parçasına yerleşip kendine bir hayat kurabilecek, sadece almayacak aynı zamanda verecek insanlardansa ancak zengin olanların, toprağa değil de sadece belli aylarda büyükçe bir klimaya ihtiyacı olanların yolunu açabilir. Sağım, solum, önüm arkam rant. Emlak fiyat artışlarında Mersin birinci sırada. Tarım alanlarında bu rantın sona ermesi, doğal bitki örtüsünün, ormanların, yaylacılık veya turizm adına yok edilememesi gerekiyor, sayın ilgili merci.
Yaşamak için bile olsa bir toprak parçasını satın almak ve sonuçta barınamayıp satmış olmak bana çok ağır geliyor. Herkese böyle geliyordur, değil mi? Sonuçta hepi topu 100 – 150 yıl, toprağın ezelden beri alınıp satılabilir olduğuna inanmamız için yeterli bir süre değil. Kaldırım taşlarının altında hâlâ kumsal var. Toprak; hisse senedi veya döviz mi ki? Yaşayan, nefes alan, uçan, kükreyen, uluyan, çiçek açan, meyve veren. Biz de alıp satabildiğimize göre bir nevi köle tüccarı oluyoruz.
Ama bahçe kimsenin umurunda olmadı. Varsa yoksa taş evdi. Bir zamanlar içinde oturan ailenin ağılı olmuş, kümesi olmuş, ocağı olmuş, bizim de damımız olmuş bir ev. Hatta geçen seneye kadar o damda bile gedikler vardı, meraklı yağmur damlaları fırsat bulduğunda içeri girmeyi marifet biliyordu.
Neden boyacı sumağını, murt sedosunu değil de taş evi görünce büyülendiğimizi sormamız gerek kendimize. Ve bu soru üzerine günlerce düşünmeliyiz belki de. İçinden çıkana kadar. İçinden çıkıp nefes alana, eğer elzem değilse taşı sırtımızda taşımayana kadar. Otlarla yapılan “Huğ ev” bahsinde konusu açılmış, şöyle demiştim; “Aynı köyde yaşayan zengin biri ovada bulunamayacak taşı öte dağdan getirtip kendine taş ev yaptırırken, yoksul kamışları, kargıları kesip 15-20 günde huğ evini kurarmış. Yoksulun çözümü hep otlu. Yiyeceği ot, evi ottan, damı ottan.”
Taş ev özellikle taşsız yerlerde yoksul ve zengin ayrımının altını çizerken burada mecburiyetten yapılmış. Çünkü taş bedava. İnsanın bol, emeğin de bedava olduğu zamanlarda, yani köyde bir köy nüfusu yaşarken, hep birlikte evlerini taştan oymuşlar. Şehir güneş gibi parlar parlamaz, insanlar bulutlar gibi dağılmaya başlayınca betondan yapmaya başlamışlar. Köylünün yerini yaylacılar, emekliler aldıkça, betonarme dışında prefabrikler ve konteynerlar oturtuldu toprağın yüzüne. Artık evini taşla yapan yok; gerek bilgi aktarılamamış olduğundan veya bilgiyi aktaracak nesiller göçmüş olduğu, gerek taş ustaları yaşlanmış olduğu için. Ama taş ev yaptıran var. 2022 fiyatlarına göre metrekaresi 5.500 ila 6.600 arasında değişen bir evi kim yaptırabilecekse o yaptırıyor. Haliyle artık bu taş evler doğal ortamın bir parçası gibi görünmüyor da bir inatlaşma, bir gösteri veya aşırılık gibi görünüyor. Yaptıranların bir çoğunun sefahatini veya gücünü sergilemek dışında bir amacı varsa da belli olmuyor, hatta bazıları kesme taş yaptırıp üzerine padişah tuğraları veya bilmem kim ağanın/hanımın çiftliği gibi yazılar konduruyor. Öyle ki taş doğal bir malzeme olma vasfını yitirmek üzere. Örneğin ekolojik ev, sadece ev malzemesinin doğallığıyla değil; emekle, insanla, kurulan ilişkiyle de ilgili. Harcanan kendi emeğiniz bile olsa.
Elbette hepimiz özenebiliriz gönlümüze göre yuvalar kurmaya ama şenlik bahçedeyse ev damdır, fazlası değil. Naylon da, beton da, plastik de olur. Taş da olur, saman da, toprak da. Zorunluluğa, seçebilme özgürlüğüne göre değişir kullanılanlar. Dünyayı incitecek malzemeleri alanların değil, üretenlerin sorumlu tutulması gerekiyor çıkacak faturadan. Bugün taşı hatta ottan, odundan evi bunca ulaşılmaz kılan da bu üretimlerdir.
Sonuçta taş evi umursadı insanlar. Ölçtü, biçti, hayran oldu. Henüz tamir etmediğimiz için hiç kullanmadığımız “şöminenin” karşısında şarap içmeyi hayal ettiler. Bizim içinse aş pişirilecek ocaktı orası. Ocağımızı gökyüzünün altına kurunca, ateşimizi bahçede yakınca dönüp yüzüne bile bakmamıştık doğrusu. Güzeldi güzel olmasına. Endamı incelikle çatılmış, taşlar birbirini ne güzel öpmüştü. Yapanın eline sağlıktı ama o kadar. Meyve, çiçek, gökyüzü, bulut, kuş, bahçedeydi, kıpır kıpır, rengarenk.
Bahçeye bir iki de bungalov atmayı, kıyısında sahlep, koynunda badem, tespih çalısı, sumak, sığır kuyruğu biten taş yığınlarını, tüm kenar köşeleri bekoyla dümdüz etmeyi, yolu asfaltlamayı, elektrik getirmeyi, kahvaaltı salonu yapmayı, yüzlerce chandler ceviz fidanı ekmeyi, taş evi günümüz beğeni standartlarına göre elden geçirip satmayı -örneğin metal dam olmamıştı, kiremit yapmak gerekirdi-, bahçeyi göstererek eko-turizm için hibe almayı hayal ettiler. O kadar korktum ki, neredeyse 8 senedir içme suyuna bile kavuşamamış olmayı, gündeliğimizi altüst eden kötülükleri umursamayacak kendimi toprağa çakacak, bir korkuluk gibi ölene kadar burada duracaktım. Derken en azından bahçeyi sağa sola çekiştirmeyecek biri çıktı. En azından “sevdim” dedi. En azından “bahçeyi de” dedi.