Şehirde yaşarken, penceremiz dar bir sokak aralığına bakarken, karşımızda taştan bir bina yükselir ve yegâne manzaramızı oluştururken, bizim oturduğumuz bina da karşı binanın tek görebildiğiyken, bir kedimiz vardı; Kıymık. Pencereden sokağa bakışını izler, onun adına hayaller kurardık. Bir şehirde doğmuş, oradan başka bir şehre taşınmıştı. Asfalt yollar, binalar, ev eşyaları, üst üste yığılmış kitaplar, giysiler, ayakkabılar, çaydanlıklar, masalar, sandalyeler, sehpalar, örtüler, bilgisayarlar ve gidip gelen insanlar görmüştü. Araba kornaları, itfaiye, ambulans sesleri, bağrışlar, kalabalığın gürültüsü, bir odadan yükselen müzik sesleri duymuştu. Egzoz, yumurta, peynir, et, kömür, yağ koklamıştı. Bazen olur da bir martının veya güvercinin yolu damımıza düşerse, bakışları pencere camını delip kuşları kalbinden vururdu.
Nasıl hayaller kuruyor acaba, derdik. Aynı şeyleri görüyor, aynı şeyleri duyuyor, aynı şeyleri kokluyor olmamıza bakmadan, onun yoksunluğu bizimkinden fazlaymış gibi gelirdi. Öyle ya biz fazladan bir iki sokak, faklı malzemelerle kurulmuş bir iki bina modeli, başka bir biçimde bölünmüş üç beş ev, bir iki farklı koltuk, masa, sandalye, farklı araba modelleri, sağa değil de sola kıvrılan yollar, kavşaklar, üstgeçitler, altgeçitler, trafik lambaları, dizi dizi bakkal, marketler sonra, kafeler, barlar, ya alışveriş merkezleri unutulur mu hiç, görme şansına da sahip olmuştuk.
Derdik ki herhâlde rüyasında devasa kitap dizileri arasında koşturup, susadığında çaydanlığa kafasını daldırıp su içiyor, bir iki bardak düşürüp, yuvarlayıp attığımız ekmek içleriyle karnını doyurup bir martı kovalıyor veya güvercin. Kıymık’ın başrolünü oynadığı bir animasyon yapmaya heves etmiştik. Adı da “Bir Kedinin Rüyası” olacaktı. Ama sonra gördüklerine ve göreceklerine daha fazla dayanamayıp bahçeli bir evi olan arkadaşımıza verdik onu. Bir ağaç görsün ve ona tırmansın, tırnaklarını gövdesinde bilesin, akşam çökerken, oturduğu daldan, gözlerini kısarak gökyüzünden geçen bulutları seyretsin, bir kelebeğin peşine takılsın, şaşırsın sonra ne çok kelebek olduğuna, otların arasında uyusun, oradan üzerine keneler tırmansın, çömelip sürünerek yavaş yavaş bir fareye yaklaşsın, tam yakalayacakken fare kaçsın, gecenin karanlığında bir baykuş sesi duysun, kokusunu çalılara bıraksın istedik. Kıymık’ın isyan ettiğine ve bu hayatı hak etmediğine inancımız tamdı, peki ya biz hak ediyor muyduk?
Kendime bu soruyu çok çok sonraları soracaktım. Belki bir gün Mecidiköy denen kabusun içinde yürürken kısa bir an için kim olduğumu unuttuğumda, başka bir sokakta, sokağın ortasında kalmış etrafı beton parkelerle çevrilmiş ağaca tırmanan bir kedi inmek isterken, tam da o anda kendini birbirine girmiş iki arabanın arasında bulduğunda ve bakıştığımızda, bir dal tütün tüttürmek için 17. katta yangın merdivenine çıkmak zorunda olup içeride esemeyen rüzgârla karşılaştığımda, boklu derenin yanından geçerken, metroya binmeye çalışınca belki, belki binemeyince, hep gecikince, ne gecikmek ne erken gitmek istemeyince, sıcaktan, ışıktan, sesten yapılmış bir kalabalığın içinde kalınca belki, belki tüm bunlar, şuracıkta biriktiğinde.
Kıymık’ı bahçeye gönderirken, biz bunları hak edecek bir şeyler yapmış olduğumuzu düşünüyor olmalıydık dile getirmeden, derinden, içeriden. Yoksa Kıymık’la birlikte giderdik öyle değil mi? Bir bahçeye, bir dağa, bir kıra, bir açıklığa, bir araya üzerinde gökyüzü olan. Ne garip.
Estes, der ki; “Yeryüzünde her yaratık evine geri döner. Balıkçıl, pelikan, turna, geyik ve ayı için vahşi hayat sığınakları yapmamız ama her gün yaşadığımız yerlerde kendimiz için bir sığınak oluşturmamamız ironiktir … Sanki biz aynı şeylerle kuşatılmamışız, sanki biz bunlardan etkilenmiyormuşuz gibi, diğer yaratıkların doğal yaşam alanlarının kentler, çiftlikler, otoyollar, gürültü ve diğer uyumsuzluklarla çepeçevre işgal edildiğine ateşli bir şekilde işaret ediyoruz.”
* Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa Pinkola Estes, (“Evin Yolunu Bulmak: Kendine Dönüş” adlı bölümden), Çevirmen: Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları,2003