pırıltı atı

“Bu düzenin erdeminden şüphe duyduğunda çalı bülbüllerine bir göz at.”1

Biz yerleşmeden az önce bugün yaşadığımız köyde 48 köpek aynı gün içinde aynı yöntemle zehirlenerek öldürülmüş. O günden bugüne makbul özellikler sergilemeyen köpeklerin bir şekilde yok edildiğini duysak da bir toplu katliam daha yaşanmadı. Ancak bunun bir kere yaşanmış olması bile insanın diken üstünde olmasına yetiyor, bir iki köpeğin sağda solda bulunan cesetleri de. Köyler her ne kadar bağlı oldukları idari birimlere, iktidara, yasaya göre şekillense de her zaman kendi yasasını da az veya çok cebinde tutuyor. Köy cemaatinin söz sahipleri bir araya gelip yeni boğaz kesen yasaları uydurabilir. Ancak bu uydurmalar gücünü neredeyse her zaman devlet tarafından caiz görüleceği sezgisinden alır.

Köpekler hiç beslenmese ve ortalıkta yiyebilecekleri bir zerre dahi bırakılmasa tıpkı yılkıya bırakılmış atlar gibi dağa çekilir ve yabanileşebilir mi? Yazıyla uğraşırken fark ettim ki ormana terk edilen köpekler için de “yılkı” deyişi kullanılmaya başlanmış veya belki benim yeni dikkatimi çekiyordur.

“Yılkı” bazen at, bazen de evcil bir atın serbest bırakılması ‘yılkıya bırakmak” anlamında kullanılıyor. “Yılkı atları” deyimini ilk kez İlayda’nın kısa ama esaslı maceramız Kırağı dergisi için yazdığı “Yılkı Atları” yazısından ve yine dergi ekibinden Barış ve Senem’in yaşadıkları vadi çevresinde bulunan yılkı atlarından bahsetmeleri sayesinde duymuştum. Yazıda, Kaz Dağı’nı katederken yılkı atlarıyla arasında sadece arabanın kaportası ve kurtulmaya çalıştığı zihni olduğundan dem vuruyordu İlayda.

Bayramiç’e taşındığımda onları görebileceğimi hiç ummadım. İnlerine çekildikleri, insana görünmemek için bir çeşit görünmezlik zırhı giydikleri saatlerde dışarıda olduğum, henüz bu coğrafyaya temas edememiş olduğum için görmeyi ummak aç tavuğun rüyasında kendini darı ambarında bulması gibi oluyordu ama boklarını gördüm. Ayaklıoluk’taki yaşlı elmayı ziyarete gittiğimizde Filiz göstermişti. Elma ağacını fırdolayı dönmüş, ulaşabildikleri tüm elmaları mideye indirmişlerdi. Boklarına bakarken sırtıma çarparak seken toynak sesleri duyduğuma emindim ancak arkamı döndüğümde havalanan bir kuş bile göremedim.

Atların karışık bir tarihi olsa da yılkı atları bir zamanlar evcilleştirilmiş sonra ihtiyaç kalmadığı veya onları beslenmenin maddi/manevi yükü kaldırılamadığı, yaşlandığı, sakatlandığı için salınmış atlar. Zaten köylerde genel olarak kışın salıverme usülü beslendikleri, gerek olduğunda tekrar kullanıldıkları için yarı yaban olarak yaşamına devam eden hayvanlar olmuşlar hep. Kullanılmak istendiklerinde aynı at bulunamayabileceği için başka birinin atının kullanılması da mümkün olabiliyormuş. Yaklaşık 30 senedir ise özel amaçlar dışında kimse atlarına eyer vurmuyor.

Yılkı atlarını yorarak evcilleştirenlere köyde verilen lakap “cambaz” olmuş. Atadan, dededen öğrenilen bir meslek haline gelmiş cambazlık. Bu cambazlardan birine soruyorum, o da anlatıyor;

– Atı yormak nedir?

Atı yorarsın işte. Başka türlü üzerine binemezsin. İlk koşmaya başladığında durduramazsın, koşar, koşar. O zamanlar benim kros motorum vardı. Atın gidebildiği her yere gidebiliyordum. Beklerdim yorulsun, şimdi olmazsa birazdan yorulacak. Sonra kuzu gibi olur, istediğin yere götürebilirsin.

– Neden cambaz deniyor atı yorabilenlere?

Atı yormayı bileceksin. Bu işi bilenlere, yapanlara denir. Herkes yapamaz. Üzerinde düşmeden durmayı, yular atmayı, nereye kadar peşinden gideceğini bileceksin.

– Sen bu işi kimden öğrendin?

Babamlar giderdi atları yormaya. Ben de babamlarla giderdim. Onları izlerdim. Öyle heves ettim. O zamanlar bahçelerimizde atla iş görürdük. Yakın kasabalara kasalarla meyve götürülür, takas usülü alacaklar getirilirdi atla. Bağların arası dardır traktörle giremezsin, atla sürerdik. Orman kesiminde odunu ata yüklerdin, biri de indireceği yerde beklerdi. Oraya kadar kendi başına götürürdü odunu. Ama aynı yerde bekleyeceksin, geldiğinde seni bulamazsa çadıra gider, köye gider, odunu bıraktığı yere gider. Seni bulamazsa olmaz. Az ötede başka bir ağaç keseyim diyemezsin. Şimdi o bahsettiğin Ayaklıoluk’ta orman kesimi yapılıyor.

– Geçmişte burada atlarla kurulan ilişki nasıldı?

Atlar çok kullanılırdı. Bakılırdı. Belki 30 sene öncesine kadar. Samanını, yemini verirdin. Ben de bir at yormuştum, besliyordum. İşimi onunla görüyordum. Samana, yeme zam gelince yetiştiremedim satmak zorunda kaldım.

– Bugün atlar senin için ne anlam ifade ediyor?

Yem bu kadar pahalı olmasa yine bakarım. İstiyorum bir atım olmasını. Çok güzel bir hayvandır, görünce heveslenirsin, heyecanlanırsın, senin olsun, bineyim istersin.

– Köylülerin arası nasıl yılkı atlarıyla? Çatışma oluyor mu hiç?

2-3 sene önce bir yonca tarlasına giren 4 at öldürüldü. Tarlaya girince öldürürler. Eskiden böyle değildi, şimdi böyle. 1-2 yıl sonra anlatırlar kahvede öldürdüklerini ama sen bilirsin. Yonca tarlası kiminse o yapmıştır dersin. Benim ne işim olacak atla. Niye öldüreyim. Yoncayı eken öldürmüştür dersin. Dağda gezen sığırı da öldürürler tarlaya girerse, hemen ızgara olur. Eskiden evlerin yanında oda dam denilen bir bölüm olurdu. Oraya kapatılırdı yakalanan sığırlar. Ertesi günlerde sahibi gelir, neyse yeminin ücretini, verdiği zararı karşılar, alırdı sığırını. Şimdi kimse gelmiyor, gelse bile, söylenmiyor, tarlaya girmeseydi deniyor, sahibi de bir şey diyemiyor, yoksa çatışacak.

– Görmek, yaklaşmak mümkün mü yılkı atlarına?

Su içtikleri, otlandıkları yerler vardır oraya gidersen görürsün. Seni fark ederlerse kaçarlar. Onlar kadar hızlı olmazsan yakalayamazsın, göremezsin.

Bu cambaz gençti. Çekirdekten yetişmişti belli ki ve kendi farkındalığını burada pek de değeri olmayacak şeylerle değiş tokuş etmeye kalkmamıştı. Belki de tam bu marifet ağırlaşırken, birileri köyün dışında daha parlak bir hayat olduğunda ısrar ederken bir çalı bülbülü konmuştu yaslandığı kiraz ağacına. Sohbet kesilmesin ve kendiliğinden akışı sekteye uğramasın diye sesini de kaydetmedim. Ki kaydetsem de yazıya aktaramayacağım bir pırıltı masanın etrafında yılkı atı gibi koşturup duruyor, yularından kurtulmaya çalışıyordu.

Eşeklere geldi konu bir ara. Eşeklerin sağı solu belli olmazmış. Eğitmek de zormuş. Köyde eşeğini bağlandığı yerden çözüp başka bir yere götürmeye kalkan bir nineyi ısıra ısıra öldürdüğü bile olmuş. Çocukken beni de ısırmıştı. Ortalık yazdı, çok sıcaktı Antakya’nın Uzun Çarşı’sı. Devlerin arasında sıkıla bunala annemin peşinden sürükleniyordum. Kalabalığın gölgesi nefes almama izin vermiyordu. O sırada kolumu kaptı eşek. Bir acı ve çığlıktan sonra kalabalığın içinden kucakta taşınarak Uzun Çarşı’dan çıkabilmiştim. Eşekse sahibi tarafından sürüklenerek götürülüyor, bir yandan da bağırıyordu. Anlaşılan kimimizin kalabalığa, keşmekeşe, bilerek/bilmeyerek taciz edilmeye tahammülü ya yoktu ya daha azdı. O günden sonra bir eşekle aramdaki mesafeyi hep geniş tuttum. Yine de eşek suçlu ilan edilmedi. Veya çocukların köpekler tarafından ısırılması tantanaya sebep olmazdı. Isırılmak tüy hafifliğinde konuşulur ve unutulurdu. Yaşadığımız yerlerde onlara da yer vardı, hem zihnimizde hem de sokaklarda, çeneleri ve dişleriyle beraber. Varlıkları bir ağaç veya devlet dairesi kadar olağandı.

Yaşlı cambaz adı verilmişti bir de. Onu görmeye gittim. Ancak konuşmamız bir sohbete dönüşemedi. Bunları niye merak ediyordum? Durup oturduğu yerde bana hayatının belki de en renkli parçasını niye anlatsındı ki? Çok beklentim yoktu, zamanla, eğer tanırsa, severse, dili çözülecektir. Söylediklerinden kimi parçaları süzebildim ancak.

Kışın inermiş atlar bahçelere. Korunmak için. Korkarlarmış onlar da yalnızlıktan onun için. İşte o zaman da bahçelere zarar verirlermiş. Belki 80 kadar at yaşıyormuş dağda. Yan masadan kulak misafiri olan ve hâlâ at besleyen biri “daha çok, daha çok” diyor. “Sen ne dersin bilmiyorum da” diyor, “şimdi at beslemememiz gerekiyormuş artık, öyle deniyor”. Atlar varmış, atlar yokmuş. İnsanlar varmış, insanlar yokmuş. “Görmek istiyorsan kışın gel, seni traktörle götürür dolaştıkları yerlerde gezdiririm, fotoğraf çekersin” dedi yaşlı cambaz. Utandım, fotoğraf alametifarikamız olmuştu. Bunu böyle bilerek çekiyordum ben de fotoğrafı. Dış gözdüm. Yabancıydım. Neciydim, neci değildim. Oysa bir yılkı atı görsem aklıma en son fotoğraf çekmek gelirdi herhalde. Şimdi atışlarını daha net duyduğum kalbimi tutardım ki yerinden fırlayıp gitmesin.

Büyük Akdeniz orman yangınları yaşandığında Eynif Ovası’nda yaşayan yılkı atları zarar görmesin diye sığındıkları ovada yem, saman ve su bırakılmıştı kıyılarına.2 Bu atların hikayesi Nazım Sunar’ın verdiği bilgilere göre dinlediklerimden daha farklıydı; “…soyları Osmanlı Dönemi’ne dayanıyor. Ormana köyündeki genç erkekler yedi tapu karşılığında Sipahi Ocakları’na yazılıyor ve sefere çağırıldıklarında bölgeden ayrılarak savaşa gidiyorlar. O zamanlarda Osmanlı Devleti ‘rahvan tipi’ dediğimiz özel savaş atları yetiştiriyordu, sipahiler de bu atlar üzerinde savaşırdı. Seferler bittiğinde gençler memleketlerine bu atlarla döndüler. Çiftçilikle uğraşan yörükler atları evcilleştirip toprağı ekip biçmek için kullanmak istemişler, ancak atlar savaş atı olduğu için evcilleşememiş ve köylüye bir faydası dokunmamış. Bunun üzerine atlar Eynif Ovası’na salınmış, yani yılkıya bırakılmış.”3 Yangından yöre halkının dayanışması ve biraz da şansla kurtulmuşlar. İklim krizinin etkileri yüzünden bölgede kuraklık yaşanması ve çekirgelerin mera alanlarını tahrip etmesiyle nasıl baş edecekleri ise belirsiz.

2018 tarihli bir habere göre köylü tarafından artık kullanılmayan atların çoğalması bir sorun olarak görülüp Konya bölgesindeki atlar için ‘Yılkı Atları Kontrolü ve Rehabilitasyon Projesi’ bile yapılmış.4 “…atlar sürüler halinde Toroslar’da çoğalmaya başladı. Bu durum da yılkı atlarının doğaya zarar vermesine yol açıyor”, deniyor. Oysa Avrupa’da birçok yeniden vahşileştirme projesinin bir bileşeni olarak görülüyorlar; “Atlar, otlamaları yoluyla çalılar, otlar, çimenler ve bunlara eşlik eden böcekler ve kuşlar gibi açık arazi türleri için alan açar. Atların zenginleştirici etkisi, sayısız başka türe fayda sağlamaktadır.” 5 Bunu kavrayana kadar yabanileşseler de birlikte yaşamamızın bedellerini ödemekten kurtulamayacaklar.

Atlarla olan ilişkimiz onları yemekten yoldaşımız olmalarına, binek hayvanı olarak kulanmaktan, savaş, yarış, gösteri atlarına, sonra ıskartaya çıkarılmalarına kadar yanyana getirmekte zorlanacağımız tezahürler barındırıyor. Yılkı atları gibi köpekler de yaşamak için insana bağımlı olan türlerden ve en azından biz de çok uzunca bir süre onlara bağımlıydık. Örneğin annemin de bir atı varmış. Ancak köpekler de farklı kültürlerde yenilebiliyor. Yine de onlara Donna Harraway’in tanımıyla “akraba” diyebilir miyiz? Veya onları yemeyen topluluklar mı “akraba” olmayı hak eder? Harraway; “Akraba derken kalıcı, karşılıklı, bağlayıcı, isteğe bağlı olmayan, müşkül-hale-geldiğinde-başınızdan-savamadığınız, sonuçları olan devamlı bir ilişkiye sahip olanları kastediyorum.” 6 diyor.

Aynı söyleşide vurguladığı köpeğine duyduğu sevginin onu “dünyevi” kılması başka türlerle kurulan ilişkilerin insan hanesine yazılan en değerli kazanımıdır belki de. Tam burada onları neden yemememiz gerektiğine dair bir kehanet de bulabiliriz; yoldaş türlerin/akrabaların ortadan kaldırılması, yenilmesi veya kendi kaderine terk edilmesi, üstelik bunun bizim zoraki rızamız veya tanıklığımızla yapılması bizi dünyevi kılanların teker teker ortadan kaldırılması anlamına gelecektir/geliyor. Yabani veya evcil bir hayvanla karşılaştığımızda, ormana gittiğimizde, cambazın yılkı atlarını anarken gözünün parlamasında, dağın kuytularında bir göle girdiğimizde bulduğumuz da budur; dünyaya dairdir orada olan da, onu biricikleştiren pırıltı da. Şehirde doğup büyümüş birinin sokağında bir köpek veya kediyle karşılabilme imkânı aynı zamanda dünyevileşebilme imkânıdır dolayısıyla. Evde bakım verilen bir hayvanın ölümünün ardından en sık duyduğum cümledir; “Evin neşesi gitti” cümlesi. Neşenin kaynağının bu “dünyevilik” olduğunu belki ancak böyle zamanlarda net bir şekilde anlayabiliriz. Bir de henüz eğitim görmeye başlamamış çocuklarla oynarken, onları izlerken hissederiz bu duyguyu.

Uzunca bir süre köpek veya kedilerle birlikte yaşamanın insanı ister istemez kıstırdığı köşelerde oyalandım. Onları şehirlerde evlere, köylerde bahçelere kapatmak adil miydi? Misket 12 sene çitli bir toprak parçası üzerinde yaşamıştı. Güzel 11 senedir aynı koşullarda yaşıyor. Bu onların hayvanlığından devasa parçalar koparmış olmalı. Hemen ardından bir şiddet sarmalından kurtardığımı düşünüp rahatlatmaya çalıştım kendimi ve onları. Keçileri kovalıyor, tavuk yiyorlardı ve bir köyde yaşıyorduk. Bedenlerinin ve yaşamlarının üzerinde söz sahibi olmak ağır geldi kimi zaman, kimiyle sırf bu yüzden yollarımı ayırdım. Az gittik, uz gittik, bugün nihayet kısıtlılığa, sınırlara birlikte uyduğumuzu, yoksunluğa onlar kadar benim de katlandığımı görebiliyorum. Harraway bu ilişkiyi yüceltmenin gereksiz olduğunu ama aynı zamanda hem içinde hem tanık olduğumuz sevgi ve şiddetten sorumlu olduğumuzu hatırlatıyor; “Eğer Monterey Körfezi bölgesinin insan ve insan ötesi varlıklarıyla akrabaysam, başka bir yerde olsam daha farklı olacak sorumluluklara, yükümlülüklere ve zevklere sahibim demektir. ” Birlikte yaşamaya yazgılı ve istekli yoldaşların birlikte ödediği bir faturadır bu. Harraway tam olarak ne kastetti bilmiyorum ama “yüceltmek” de “değersizleştirmek”gibi bir tuzak. Yaşayan, dönüşen ilişkimizi bir tortuya, nostaljik bir ögeye, esnemeyen bir kurguya dönüştürme belki tutuculuğa hapsetme tuzağı. Bunlardan sakınmak nehirlerin önüne çekilen setleri yıkamaz mı?

Şehir yaşamının sokak hayvanlarına uygun olmadığını söylemek insana uygun olmadığını söylemektir ki doğrudur da. Hayvanları sokaklardan temizlemek benzer şekilde düşkün hale getirilen insanlardan temizlemek anlamına geliyor. Neşeyle, huzurla yaşayabilmek için dünyevi olmaya, mekanlarımızı dünyevi kılmaya ihtiyacımız var. Ancak bu hiç takdir edilmeyen, görülmeyen bir ihtiyaç. Öte yandan giderilmediği halde geceleri uyutmayacak, aç bırakacak, yoksul kılacak, ruh sağlığımızı bozacak, savaşlara sebep olacak, şiddeti körükleyecek kadar da önemli bir ihtiyaç. Murat Baskıcı; “…kendi türlerinin üyeleri ile sosyal ilişkileri olan hayvanlar aynı ilişkileri diğer türlerle kurmaya daha hazırdırlar.”7 diyor, evcilleştirdiğimiz türlerin tarihine bakarken. Bir köpek hem onunla hem de birlikte evcilleştiğimiz diğer türlerle akrabalığımızın, yoldaş olabilmemizin anahtarını tam buraya gömmüş olabilir.

1“Bir Kum Yöresi Almanağı”, “AldoLeopold, Çeviren: Ufuk Özdağ, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020

2“Antalya’daki yangın sonrası yılkı atları için ovaya tonlarca yem ve saman bırakıldı”, 2021, https://www.aa.com.tr/tr/gundem/antalyadaki-yangin-sonrasi-yilki-atlari-icin-ovaya-tonlarca-yem-ve-saman-birakildi/2329712

3“Torosların Emekli Askerleri”: YILKI ATLARI, Zeynep Arslan, 2023, http://bilkentpost.bilkent.edu.tr/index.php/2023/12/16/toroslarin-emekli-askerleri-yilki-atlari/

4“Toroslar’daki köyler boşalınca yılkı atları sahipsiz kaldı”, Selma Kunar, 2018, https://www.dha.com.tr/gundem/toroslardaki-koyler-bosalinca-yilki-atlari-sahipsiz-kaldi-1560933

5 Rewilding Europe, https://rewildingeurope.com/rewilding-in-action/wildlife-comeback/wild-horses/

6“Akrabalık: Donna Haraway ile bir söyleşi” Steve Paulson, Los Angeles Review of Books, Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak, 2020, https://yesilgazete.org/akrabalik-donna-haraway-ile-bir-soylesi/

7“Evcilleştirme Tarihine Kısa Bir Bakış”, M. Murat Baskıcı, 1998, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/36303

Okuma önerisi: https://muzir.org/2024/08/31/atlar-donmedi-velma-johnstona/

Görsel: Chauvet Mağarası’ndaki Hillaire Odasından atlar. French Ministry of Culture and Communication. https://phys.org/news/2011-11-ancient-dna-insights-cave-horses.html

Yukarıya kaydır