Hayatıma giren ilk egzotik meyve olması bir kenara, meyve yüzünden ilk ve son utandırılışımı da Kivi’ye borçluyum. Henüz bir yeni yetmeyim ve benim gibi bir yeni yetmeden hoşlanıyorum. Liseyi bitirir bitirmez mevsimlik işçi olarak bir devlet dairesinde çalışmaya başlamış ilk maaşımı da almışım. Sırf o katılıyor diye bir gezi organizasyonuna katıldım. Tabii kırk takla atıyorum tesadüfler bizi buluştursun diye. Kadere bakın ki bir yolculukta yanyanayız, bana tüylü kahverengi bir şey uzatıp ‘Yer misin?’ diye soruyor. ‘Yerim’ deyip bir ısırık almak amacıyla ağzıma götürüyorum. Hiç yenilebilecek bir şeye benzemiyor ya, daha kötüsünü verse de tadına bakabilirim. “O öyle yenmez, görmedin mi hiç, bu kivi” diyerek elimden alıyor. “Kili mi?” diye tekrarlıyorum. “Hayır, kivi, kivi” diyor. Kivi ne, nasıl yenir, bilmiyorsam ne olmuş demiyorum. Muz gibi bir şey demek ki diye düşünüyor, bilmediğim için kendimden utanmakla, aramıza girdiği için kili mi kivi mi ne ona kızmakla meşgul oluyorum. Ulaşılamayan Muz’a, bilinemeyen Kivi ekleniyor.
O gün bugündür köprünün altından çok sular aktı, eğer heslere, barajlara tıkılmadıysa. Bana sunulan kivi ithal miydi, o dönemde Türkiye’de üretilen sınırlı sayıda kividen biri miydi bilmiyorum ama on yıllar içinde sadece zenginlerin yiyebildiği bir meyve olmaktan çıkıp ucuzladı. Hemen herkesin en azından bildiği, bir kere olsun tattığı bir meyveye dönüştü. Bu gelişmeyi Türkiye’de de ekiminin yapılmasına borçluyuz. Tıpkı muz gibi. 1990’lar da başlayan üretim ilkin ihtiyacın %10’unu bile karşılayamazken bugün ihtiyacımızın %90’ını karşılar durumdaymışız. Nasıl ve neden ihtiyaç duydugumuz ise meçhul. Genelde bu bollaşmayı başlatan furya, bir pazarlama faaliyeti oluyor. 1980’de sadece 26.684 ton olan dünya kivi üretimi 2015’ten itibaren 4 milyon tonu aşmış. Türkiye, 23 kivi üreticisi ülke arasında 8. sırada.
Kivi’ye takılmamın en önemli sebebi geçmişin izi değil elbette. Silifke’de ekim alanlarının giderek genişliyor olması. Gün geçmiyor ki burnumuzun dibinde bir yer Kivi bahçesine dönüşmesin. Akdeniz’e ekilmesine rağmen bu coğrafyada sevdiği yerler sadece Karadeniz’in doğusu ve Marmara Bölgesi’nin batı ve güneyi. Kivi, Actinidia deliciosa bitkisiyle diğer Actinidia üyeleri arasında yapılan melezmeler sonucu elde edilmiş bir kültür bitkisi. Doğu Asya, özellikle de Çin kökenli. Çin’den bile önce Yeni Zelanda’da başlayan tarımı giderek bir endüstriye dönüşmüş. Adını da Yeni Zelanda’nın ulusal sembolleri arasında sayılan ve ülkeye özgü uçamayan bir kuş olan Kivi’den almış. Öncesinde “Chinese Gooseberry” adıyla biliniyormuş. Doğal yayılışını orman altlarında, kuytuda, nemli ve ılıman topraklarda yaparken, benzer benzemez her yere ekilmiş. Saçak köklü bir bitki olmasına rağmen rüzgar alan yerlere, sıcağı ve soğuğu sevmemesine rağmen Akdeniz’e, Akdeniz’in yaylalarına, düzenli ve sık sulama istiyor olmasına rağmen su fakiri bölgelere… Burası gibi.
Küçük veya büyük çitçi toprağına, havasına, suyuna yabancı artık. Veya Kivi’ye hükmedeceğini düşünüyor. Yetiştirip yetiştiremeyeceğine bakmaksızın pohpohlanan furyaya katılmak, pastadan irice bir pay almak istiyor. Fidecisi, ziraatçisi de çiftçinin başına ne geleceğini umursamıyor; “Ek abi,” diyor, “Kivi’de para var” Peki su var mı? Hep olacak mı? Tükenmez mi bu nehir? Kivi gelmiş ama havası, suyu, toprağı gelememiş Akdeniz’e. Umut ekmeğimiz de, her umut sulanır mı ki? Kivi kavruk, yerine konduğu yemişler ölü. Şikayet etmeden verebilecekken meyvesini, küstürüyorlar Defne’yi, Alıç’ı, Üvez’i. Bu bir kenara bir toprağa ne ekeceğine karar vermek, eğer karar verici sensen, bir sanat. En iyi kuşlar, sincaplar, karıncalar, varsa geyikler icra ediyor bu sanatı. Menzilleri yaşadıkları bölgede yetişen bütün yaban bitkilerini kapsıyor. Sevdikleri de, güvenebilecekleri de bu dağda kendiliğinden ne yetişiyorsa o.
Görsel: Akdeniz’de sadece muza mahkum edilmiş bir sahil köyü.