Arpacık soğanlarına her yörede farklı bir isim veriliyor. Ege’de kıska, Akdeniz’de göver, güver, göbek. İlk kıska ektiğimde utanç verici bir biçimde ters ekmiştim. Bitkinin saçak kökünü yapacağı, yapraklarını uzatacağı yer ne belli oysa. Ama bilmemek sadece bilmemek değil, insanın gördüğünü kavrama gücünü elinden alan bir ters güç aynı zamanda. Ekicinin bilgisi bende yoktu. Tıpkı uzmanlık alanım olmayan bir konuya yaklaşır gibi yaklaşmıştım soğanlara, anlama ihtimalim olmasını hiç aklıma getirmeden. Neyse ki soğanlar benden akıllıydı da nereye doğru büyüyeceklerini biliyorlardı. Toprağın içinde yarım bir daire çizip uzandılar yine de ışığa. Karanlıkta kalınca büyümenin mümkün olduğunun her bitki olanakları ölçüsünde farkında. Nasıl olmasın ki kökler, tohum, hayat veren ölüler karanlıkta.
Karanlıkta büyümeye dair yılın 2019 yılının son haberlerinden biriydi “derin yaşam” çalışmaları. 200 bilim insanının dahil olduğu bu çalışmalarla yerin 5 kilometre derinliğinden toplanan örnekler, bakteri ve arkelerin %70’inin yeraltında bulunduğunu gösteriyormuş. Bu biyosferlerde yaşayan canlıların toplam büyüklüğünün 2 milyar metreküpten daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Deniyor ki; “dünya düşünülenden daha canlı.”* Soğan ekebilmek için sezgilerine güvenememek gibi bir şey. Dünyanın canlı olduğunu kanıtlamak zorundayız. Şimdi düşünülenden daha canlı, sonra da canlı olacak. Kanıtlamaya gerek duymadığımız bir kesinlikle bildiğimiz bir şeydi değil miydi bu? Yabanılların sezgiye dayanan bilgisini uygarlık diline aktaran çeviriciler çoğu kez bu bilgileri doğaüstünün alanına attılar. Dolayısıyla dünyanın canlı olduğu fikri bir korku filminin sahnesi veya masala, büyüye ait bir mizansen olabildi.
Evrim teorisinden çok önce, yabanılların kavrayışında, hayvanlarla akraba olduğumuza dair canlı bir sezgi mevcuttu örneğin; “Hayvanların ne yaptıklarını, kunduzun, ayının, som balığının ve öbür yaratıkların nelere gereksinim duyduklarını biliriz, çünkü eskiden insanlar onlarla evlenirlerdi, bu bilgiyi hayvan karılarından edindiler… Beyazlar bu ülkede kısa bir süre yaşadılar, hayvanlar konusunda pek bir şey bilmezler; biz binlerce yıldır buradayız, hayvanlar bizi eğiteli çok oldu. Beyazlar unutmayalım diye her şeyi bir kitaba yazıyorlar; ama bizim atalarımız hayvanlarla evlendiler, onların bütün göreneklerini öğrendiler ve bilgilerini kuşaktan kuşağa geçirdiler.” ** diyordu bir yerli.
Çocukken izlediğim çizgi filmlerde veya okuduğum masal kitaplarında beni en çok büyüleyen şeylerden biriydi; bir çocuk nehirden, taşların üzerine basa basa karşı kıyıya geçmektedir. Birden bastığı taş yavaş yavaş kıpırdanmaya ve yükselmeye başlar. Dev cüsse ortaya çıktıkça, çırpınarak üzerinden düşmemeye çalışan çocuk da küçüldükçe küçülür. Ta ta ta taaaammm; sonunda bu debdebeli dönüşüm bittiğinde aslında onun bir taş değil de kocaman bir yaratığın sırtı olduğunu anlarız. Düşüncesizlikle üzerine basmış onun canını yakmışızdır, bizi yese yeridir. Ama yemez, çoğuncak “bastığın yere dikkat et”, deyip tekrar küçülür.
Masalları çok da ciddiye almadığımız için “dünyanın canlı olduğu” fikrinin, uygarlık dairemiz dışında kalan birçok topluluk için yeni bir haber olmadığını, bu haberin bize yeni olduğunu görüyoruz. Önü, arkası, sağı solu canlı bir dünya. Bitkiler görüyor, hayvanlar duyuyor, ışığa ihtiyaç duymayan canlıların 2 milyar metreküplük varlığı hayatın olasılıklarına dair ne göz alıcı bir kanıt. Bununla birlikte bu bilimsel keşiflerin üzerinde yaşadığımız canlıya saygıyla, sevgiyle yaklaşmak türünden bir davranış değişikliğine neden mahal vermediği sorulabilir. O taş zannettiğimiz yaratığın sırtını büyük dişlilerimizle ha bire oyuyoruz.
Gerçeklerin hepimizin önüne serilmek gibi bir huyu yok. Bu haberler çok küçük bir azınlığın gündemine giriyor. Ve çok azımız bu gerçeklere göre hayatımızın hamurunu yeniden karacak imkânlara sahibiz. Üzerimize kapanmış bir kabuğun içinde yaşadığımızı düşünenler bile var. Bir şekilde dünyanın çekirdeğinde değil üzerinde yaşadığımızı öğrendiklerinde de nasıl olup da havaya savrulmadığımızı çok merak ediyor, bu bilgiyle uykularını kaçırıyorlar. Sezgileri ellerinden alındığı gibi yerine bilme özgürlüğü de konmamış insanlarla bir, onların arasında karanlığa doğru büyüyor gibiyiz. Bir arkeye dönüşemeyiz belki ama karanlıkla ışık arasında gezinebilir düşüncelerimiz. Şu durumda karanlıkta bitenlerin, derinlerden gelenlerin hep şeytanın sözcüsü olduğu inanışını da gözden geçirmek gerekecek.
Görsel: Yalancı akasya tohum kesesi (Robinia pseudoacacia)
(1) Arke: bakteriler gibi çekirdeği olmayan tek hücreli canlılar.
(2) https://www.theguardian.com/science/2018/dec/10/tread-softly-because-you-tread-on-23bn-tonnes-of-micro-organisms
(3) Claude Levi-Strauss, Yaban Düşünce, sf.63, çev. Tahsin Yücel, YKY Yayınları, 1994.