çünkü ormandayken dil de ininde

Kazdağı Milli Parkı’nın Edremit girişinde kapı varken, Bayramiç girişinde yok. Bir milli park tabelası, iki tane bir zamanlar konaklamak için kullanılmış yıkık dökük yapı ve bir çeşme karşılıyor sizi. Yol ise ancak iki ayağınızla katedebileceğiniz yağmurla, karla aşınmış bozuk bir yol. Belki sırf bu yüzden Edremit’ten Sarıkız Tepe’sine kadar çıkan asfalt yoldan çok daha değerli. Arabayla yol almanın veremeyeceği bir şey veriyor size; istediğiniz zaman durabilme, dikkat edebilme, eyleşme, koklama, dokunma, dalma ihtimallerini.

Açıklık arıyorum. Otların daha fazla yaşama şansı olduğu bir kel, düz, çayır. Kazdağı’nda neredeyse tüm endemik ve nadir bitkiler böyle açıklıklara kurulmuş olmalı, birkaç tanesi dışında ulaşabildiğim mevki adları bunu doğruluyor; Sarıkız Tepe, Nanekırı, Karataş Tepe, Babadağ Tepe, Zirveler Düzlüğü, Kartal Pınarı, Kapıdağ Tepe, Ayıdere, Baba Tepe, Zığındere, Kartal Çimeni, Tavşan Oynağı, Susuz Tepe, Kuş Tepe.

Bu açıklıkların birinde – veya karşılaştığım biriciğinde demeli – mattaacılarla karşılaşıyor, çaylarını içiyoruz. Heybeme yeni giren bir kelime “mattaacı”. Orman kesimi yapanlara bu yörede “mattaacı” deniyormuş. Adanalı bir aile. Hava soğuk. Çantamızdan çıkardığımız ceketleri giyerken şimdi Adana’nın ne kadar sıcak olduğunu konuşuyoruz. Çoluk çocuk yanan ormanların peşinde geziyorlarmış. Çıktığımız düzlüğün adını soruyoruz; “galiba keçi tepe diyorlar”. “Herkes çık oradan bak diye söyledi” diyor kadın. “çok güzelmiş, her yer ayaklarının altındaymış”, “ama işten güçten zaman olmuyor ki”

Güzeldi Keçi Tepe. Karşı kıyıda olanlara değil de ayaklarımın altındaki kınavele, menekşeye, peygamber çiçeğine, turna gagasına baktım, kayanın oyuğuna yerleşen uludağ kantaronuna, nakıllara. Zamanı geçip de toprak altındaki inine dönenler de var. Birlikteliklerinin tek başınalıklarına nasıl destek verdiğini konuştuk uzun uzun ama bir sığır kuyruğu kadar uzun değil. Çünkü ormandayken dil de ininde.

Dura kalka yürürken karaçamdan göknara, fındıktan haseki sedefine, meryem otundan keklik üzümüne atlıyor, kanlı basıra otunu her gördüğümüzde avuçlayıp kokluyoruz. Tam 21 otsu bitki veya çalı kaydediyorum hafızama ve makineme. Artık tanış olduklarımı atlayarak. Eci bücü mesela. Daha çok bilinen yerel adıyla gıvışgan. Büyük olana saygımız bu kadar ezici olmasa, buraya karaçam ormanı, göknar ormanı veya geniş yapraklı ve iğne yapraklı ağaçların ormanı ama her halükarda ağaçların adını vermesek eci bücü ormanı da diyebiliriz pekala. Eğrelti ormanı da tabii ki. Ağaçlar ışığı kapma yarışında dur durak bilmezken, onlar dipte, kenarda, köşede gölgelerle oynaşıyor. Parıltıları bir görünüp bir kayboluyor.

Daha önce Gülnar’da bir tohum kesesi görmüş kime ait olduğunu anlayamamıştım. Adı anılan mevkilerden birine Ayıdere’ye doğru inerken kapıdağı yüksük otuyla (Digitalis trojana) karşılaştık. Sadece Güney Marmara’da yaşayan bir endemik. Üzerindeki geçen seneden kalma tohumları görünce kısa bir an için Gülnar’a, tohum keselerini gördüğüm o yaman yokuşa ışınlanıverdim. Yeri geldiğinde bir yüksük otu da zaman makinesi olabilir.

Bir iki güne yangın bahanesiyle ormana giriş yasakları başlıyor. Ormansız yaşayamayacak olanları, ateşini içinde taşıyanları düşünmeden. Ondan evvel başımı fındık dallarının altına soktuğum, kayalara yosun tutturan sulardan içtiğim, tavus kelebeğiyle karşılaştığım için mutluyum. Bu yaz nasıl incitmeden geçer ki başka?

Burada, Toroslar’daki bitkilerin taşa tutunuşundaki o görünür, hissedilir, sezilir inat yok. Bu inadı bir zaman anlatmalıyım. Taş mecburiyet değil de tesadüf.

Bitkiler, her şeyin çok olmasının şımarıklığını taşıyor. Çoğun vay haline. Kimi ayıkır gibi olmuş işlerin pek de yolunda gitmediğine ama eksikliği çekilen her ne ise az sonra yolun başından el sallayacakmış gibi mağrur duruyor. Kanlı basıra otu (Silene compacta) mesela; görseniz sinek kaydı tıraşını yeni yapmış bir delikanlıya benziyor. Öte yandan Türkiye’nin her yerinde yamaçlar, kıyılar ve orman açıklıklarında yetişiyor. Gövdenin yapışkanlığı, çiçek yapısındaki karanfile eğim nakıl olduğunu hemen ele veriyor. Nakıllar arasında da diğer özellikleri yanında, çanak 12 milimden uzunsa, çiçekler tepede toplanmış bir baş halinde ise kanlı basıra otuna bakıyoruzdur. Türkçe adın, Arapça başar > başir “gören” kelimesinden türediği, kuvve-i bâsıra tamlamasından kısaltma yoluyla kullanıldığı bilgisi verilmiş. Bu haliyle, görme duyusu, görme gücü ve göz anlamlarına geliyor.* “Kanlı göz”

Güya evi kayraktan. Kaya mı denir buna? Toroslar’da toprak kayanın mola verdiği ise, burada kaya, toprağın mola verdiği. Toroslar’da, -istediler de- coğrafya buna izin vermedi, beko olmadan evvel. Git git taş, git git geven, git git ardıçtı tüm.

Taşa susadıysan az ötede su kayadan yontuyor şelalesini.

Dağdan inerken bir çayı hak ettiğimizi düşünerek Çırpılar’da duruyoruz. Birçok villa tipi site projesinin yapıldığı köyde iki kahve var. Biri şehirliler için yapılmış gibi görünüyor, diğeri köy kahvesi. Köy kahvesinde erkekler otururken, şehirli kahvesi boş. Burada “şehirli” olarak hatta oradan gelmesenizde “İstanbullu” olarak etiketlenmenin bedeli ağır. Bu kadar çok “yabancı”nın gelip Bayramiç ve köylerine yerleşmiş olmasını, arazilerin, evlerin satılmasına veya kiralanmasına borçluyuz oysa. En azından geçimini topraktan çıkarmasına izin verilmeyen, maişet motoru değiştiği için artık köyünde yaşamayan veya yaşlandığı için toprağı işleyemeyen bir sürü insan toprağını satıyor, satmak zorunda kalıyor.

Kısa bir şaşkınlıktan sonra kendimizi şehirli kahvesinde buluyoruz. Oturur oturmaz bir erkek küfrederek köy kahvesine giriyor. “Amına koduğum keyif için çim suluyorlar, böyle bir dünya yok” diyor ve sonrasında bize bakarak el kol işaretleriyle onlarca kez küfrünü ve şikayetini tekrarlıyor.

Bu sene kış yağışları az olduğu için baraj ve göletlerde su seviyesi oldukça düşmüş. Bayramiç yoğun tarım yapılan bir yer olmasına rağmen sulama kimi kısıtlamalarla yapılıyor. Peki gerçekten böyle bir dünya yok mu? İnsanların bahçesindeki çimi sulamasını bir kenara bırakalım, belediyeler çim suluyor. Şehirlerde tonlarca su araba yıkamak için kullanılıyor. Sadece keyif için üretimi esnasında tonlarca su tüketen ürünler üretiliyor ve tüketiliyor. Yeni yayımlanan bir araştırmaya göre 1993 – 2010 yılları arasında tüm dünyada içme suyu olarak kullanmak veya tarım amacıyla yer altından 2 trilyon ton su çekildi ve bu sebeple Dünya’nın dönüş ekseni yaklaşık 80 cm kaydı. Ayrıca yer altı sularının çekilmesi deniz seviyesindeki yükselmeye de katkıda bulunuyor.* Yani ancak böyle bir dünya toprağa eziyet ederek kiraz yetiştiren çiftçiyle, aynı eziyetle çim sulayan İstanbullu’yu yan yana getirebilirdi.

Daha tüm bunlar birbirine teyellenmeden önce herkes diğerine kördü. Denge, düzen dediğin bir çeşit görgü. Birlikte çok çok çok uzun yaşama görgüsü. Suyun sadece insan için olduğuna inanmaz ki keklik üzümü.

*https://www.bbc.com/turkce/articles/c045v12g4ego.amp

Yukarıya kaydır