İstanbul’da son oturduğumuz ev çok küçüktü. Bize yetiyordu ama bir dostumuz yatıya geldiğinde ona verebildiğimiz tek oda penceresiz, tabuttan hallice bir karanlık dehlizdi. Pencere Akdeniz ülkelerinde ortaya çıkmışsa da cam yaygınlaşmadan önce evler penceresizdi. Evlerde baca, dünlük, peçe, yuf deliği denilen oynak ahşap kaplamalarla örtülen delikler vardı.* Pencereler o kadar önemli ki karanlık bir tünelden başka hiçbir şey göremeyeceğimiz halde metrolara bile konuluyor. Bu haliyle insana içeride kalmak için güç veren, dünyaya açıldığı hissini yaratan bir yanılsama. Evlerin penceresiz olduğu zamanlarda hayat evde değil dışarıda akıyordu. Tamamıyla içeriye kapatılmış bir hayat için pencereler olmazsa olmazdı belki de.
Dün rüyamda yine bu küçük eve konuk oldum. Daha önce dikkatimi çekmeyen, kapıya da benzemeyen ahşap bir paravanı ittiğimde bir oda daha olduğunu fark ediyorum. Her tarafı pencerelerle dolu ve pencereden giren ışık gözlerimi kamaştırıyor. Odanın bir köşesinde de hiçbir şeylere benzetemediğim ama soğanlı olduğunu tahmin ettiğim bir bitki duruyor. Bembeyaz kocaman çiçeklerinin ortasında bir dizi siyah kuş tüyü var. Pencereler olsa da o burada yaşamamalı deyip köklerini kazmaya başlıyorum. Kavun gibi büyücek bir soğan çıkıyor ortaya. Tam çıkaracakken yaralıyorum soğanı. Kabuğu parçalanıyor, içinden aynı kavun tohumuna benzer çekirdeklerle dolu akışkan bir sıvı dökülüyor. Durduramıyorum bu akışı. Derken avuçladığım çekirdeklerle uyandım.
Görsel: Bütün çiçeklerin atası olduğu düşünülen çiçeğin üç boyutlu modellemesi.
Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-40793655
“Gündelik Hayatımızın Tarihi”, Kudret Emiroğlu, Dost yayınları, 2001