Çocukken aklım yetmemiş dünyanın görüntüsüne, ya bilgisinden yoksunmuşum ya da düz dünyada yaşıyormuşum; dünya dairesinin üzerinde elele tutuşarak yaşadığımızı ve dünyanın insanları sevdiği için sırtından atmadığını düşünürdüm. Ayağımız yere değerken başımız uzaya değerdi, o yüzden yıldızları görebiliyorduk. Bizim onun farkında olduğumuz gibi o da bizim farkımızdaydı. Çocuk çizimleri böyledir ya, umarım hala böyledir. Üzerimizde bir şeyler olduğunu her çocuk bilir ama bunların kesif birer katman olarak tanımlanması ve kuşların yıldızlara kadar uçamadığını öğrenmek ayrı bir şeydir.
Büyüyüp de diyorum da, ilk ne zaman bir dünya yuvarlığına denk geldim de ona anlayarak baktım hatırlamıyorum. İz bırakan tüm anılarım bu anlamanın bende biraz geç olduğunu gösteriyor. Dünyaya sadece yerçekimiyle bağlı olma düşüncesine ayak diredim. Önce dünyanın düzüne inandım, sonra yine yuvarlağına. Belki de bu geç geliştirilmiş kavrayış yüzünden hep henüz eğitim cenderesine sokulmamış çocukların ve uzay uçuşları başlamadan önce de insanların dünyayı nasıl hayal ettiğini merak ettim. Her ne kadar bir insan ve özellikle bir çocuk için, dünya kocamansa da bir kabın içindeyiz. Bu hayat kabının dışarıdan nasıl göründüğü insanların aklını çok kurcalamış olmalı. Sen bakabildiğine göre sana da bakan birileri vardır. Ne görüyorlardır, bulut mu, kaya mı, orman mı, bizi? Elbette haritacılık oldukça gelişmişti ama Edwin Abbott’un “Düzlemler Ülkesi” sakinleri için çizilmiş olmalıydı onlar.
Bir dölekte yaşadığımızı düşlerken anlamak daha kolaydı; yuvarlağın üzerinde olmak ama içeride olamamak, içeride olmak ama uzaya uçmamak düşüncesi kolay baş edilebilir şeyler değil. Bir çeşit güven duygusu geliştirmek gerekiyor bununla baş edebilmek için. Belki ilk ilmeği çocuklukta atılan bir güven; dünya bizim farkımızda ve bizi seviyor, bizim onu sevdiğimiz, onun farkında olduğumuz gibi.
Farkında mıyız gerçekten? Yani her sabah şanslıysak bir evden, bir sığınaktan, bir yuvadan dünyaya çıktığımızın? Bu evin, yuvanın, sığınağın dünyanın yüzünde ve onun malzemeleriyle kurulmuş olduğunun? O ev 30 katlı bir gökdelendeyse bile harcının bu dünyadan geldiğinin? Ve duvardaki bir zerreciğin pekala çürümüş bir uzak akrabanın parçası olabileceğinin? Yani bunlar öylesine sorular değil, her sabah sevilmesi gereken sorular. Bir plazanın 24. katında, bölünmüş bir ofisin içinde, bilgisayar ekranının karşısındasın, orası da dünya da. İnanılır gibi değil ama öyle. Mersin’de, Sinop’ta nükleer santral kuruluyor, evren kadar sonsuz olmaya meyleden ihtiyaçlar içinmiş güya, orası da dünyada. Sen de bu dünyadasın. Öte yandan küçüktür insanın dünya içindeki dünyası. Bir köşesinde kılıçlar atom bombalarına dönüşür. Bir köşesinde bombanın teki yıkar birinin küçücük dünyasını başına ama bakar ki hala en büyük evinde, en görkemli sığınağında ve hayatta. Yeniden yapabilir kendine bir dünya, engin, mavi, yeşil, ağaçtan, çiçekten ve topraktan dünyasının malzemeleriyle.
Evine, düşüncesine, ruhuna, akrabasına sınır koyan tek canlı insandır. Yurdu dünya olan varlıklardan eksikliyiz. Filmlerde çok kullanılan bir açılış sahnesidir; önce uzayı görürüz, kamera dünyaya yakınlaşır, sonra ülkeye, sonra bir şehire, sonra da kahramana. Kahramana gelebilmek için o kadar uzun bir yol katetmesi gerekir ki gözün. Aynı kameranın gökyüzünde uçan bir kuşa yaklaştığını düşünelim; tam o anda iki ülke arasındaki sınırı pasaportsuz geçmektedir. Cahil kuş bilmez ama, insan hayatı, tek evimizin dünya olduğunu anlamamamız üzerine kurulmuştur, kurucular tarafından. Ait olduğun köşeye doğru iterler seni durmadan. Ait olduğun ülkeye, ait olduğun bayrağa, ait olduğun şehire, ait olduğun savaşa, ait olduğun aileye, ait olduğun fikire, ait olduğun kadere. Hangisinin perdesini kaldırsan dünya çıkar karşına. Perdeler kalkmadan ışımayan, perdeler kalkmadan genişlemeyen bir dünya. Bir kere görsen ya, hâlâ sınırlar vardır, hâlâ itilirsin bir köşeye ama düşlerini, düşüncelerini kim bölebilir artık? Şükür ki kolaydır dünyayı görmek, perdesiz bakınca. Unutuldu, yıprandı, kötülükle darmadağın edildi yüzü. Şükür ki suyunu yüzümüze vurunca uyanıyoruz. Horlandı, zincire vuruldu, küçümsendi. Şükür ki meyvesiyle karnımız doyuyor. Öldürüldü çocukları, bölündü dilim dilim, unutuldu dili. Şükür ki cahil kuşlar inanmıyor bu kötü oyuna. Görmezden gelindi, sayılmadı, eğdirildi başı. Şükür ki dalında şarkı söyledik dünya. Şu perdeleri kaldırıp dünyanın nasıl göründüğünü hayal eden insanlar gibi durmalı göğün altında.
Aynı göğe bakıp farklı hayaller kurmuş insanlar. O göğü görüşü değiştiren ne varsa koşulmuş bu kurguya: dünyayı kendinden ibaret görenler, onu insanın evi kabul edip evrenin merkezine yerleştirenler, sınırlarına canavarlar koyanlar, bir yuvarlağın içinde düz görenler, insan kalbinin içine yerleştirilenler ve sonra onun fotoğrafıyla başbaşa kalmışız. Derken bir astronot ayın yörüngesinden fotoğrafını çekmiş dünyanın, biraz küçülmüş. 14 şubat 1990’da, Voyager 1 uzay aracı dünyadan 6,4 milyar mil uzaklıktan “soluk mavi nokta”yı çekmiş sonra. Bu fotoğraftaki noktaya bakıp şöyle demiş Carl Sagan;
“(…) Eğer bu resme dikkatlice bakarsanız, orada bir nokta göreceksiniz. O noktaya tekrar bakın. İşte o nokta burası; evimiz… O nokta biziz. Sevdiğiniz herkes, tüm tanıdıklarınız, adını duyduklarınız, gelmiş geçmiş tüm insanlar hayatlarını o noktanın üzerinde geçirdiler. (…)
Dünya, dev bir evrensel arenada yer alan çok küçük bir sahnedir. Bütün o komutan ve imparatorların akıttıkları kan göllerini düşünün… Şan ve şöhret içerisinde, bu noktanın küçük bir parçasında kısa bir süre için efendi olabildiler. Bu noktanın bir köşesinde yaşayanların, başka bir köşesinde yaşayan ve kendilerinden zar zor ayırt edilebilen diğerleri üzerinde uyguladıkları zulmü düşünün… Anlaşmazlıkları ne kadar sık, birbirlerini öldürmeye ne kadar istekliler, nefretleri ne kadar yoğun!
Bu soluk ışık noktası, bütün o kasılmalarımıza, kendi kendimize atfettiğimiz öneme ve evrende öncelikli bir konuma sahip olduğumuz yolundaki yanlış inancımıza meydan okuyor. Gezegenimiz, çevremizi saran o büyük evrensel karanlığın içerisinde yalnız başına duran bir toz zerreciğidir. İçinde yaşadığımız bilinmezlik ve bütün bu enginliğin içerisinde, başka bir yerden bir yardımın gelip bizi bizden kurtaracağına dair hiçbir ipucu yoktur. (…)
Gökbiliminin alçakgönüllü ve kişiliği geliştiren bir uğraşı olduğu söyleniyor. Bana kalırsa, insan kibrinin akıl dışılığını, küçük Dünyamızın uzaktan çekilmiş bu görüntüsünden daha iyi gösterebilecek bir şey yoktur. Bu görüntü, bildiğimiz tek evimiz olan bu soluk mavi noktayı daha içten paylaşmamız ve koruyup şefkat göstermemiz gerektiği konusundaki sorumluluğumuzun altını çiziyor.”
Dünyevi Zevkler Bahçesi, Hieronymus Bosch, 1490-1510 tarihli eser. Dünyanın yaratılış esnasındaki halinin tasviridir. Sol üst köşesinde tanrı görünür. Üstünde yer alan İncil’den alıntı şöyledir: “O konuştu ve oldu; O emretti ve durdu.”