Bahçede otururken, bu bahçe benim, ben bu bahçenin diye düşünürken her yerde yabandan bir parça bulunduğunu düşünüyordum. Parça derken gözünüzün önüne ufak bir dane gelmesin, epeyce büyük, el değmemiş ya da el çekilmiş bir alan olmalıydı burası. Bir engebede, yer yer ovada oturan bir arkadaşımsa, “artık yaban mı kaldı, allasen?” diyordu. İkimizde ne fena yanılmışız.
Dağına göre değişiyormuş her şey. İnsanına, suyuna, toprağına göre. Bazı dağlar pekala insanı püskürtebilir, bazıları ise ona kalsa bırakmaz, madencilere, suyun boşuna aktığını, ağaçların boşuna başını göğe uzattığını düşünen siyasetçilere kaldığı için bırakacak olurmuş. Bazı dağlar toprağından uzak düşecek kadar oyum oyum oyulduğu için o dağda yabandan başka, garipten başka kimseye yer kalmazken, bazı dağlarda biraz suyun yüzü suyu hürmetine, biraz da yapay gübrelerin tarım zehirlerinin verdiği hayat yanılsamasıyla hala bir nebze verim varmış gibi görünürmüş. O zaman insan neden gitsin ki? Bir ayağı bağda bir ayağı şehirde olsa da işlemeye devam ediyor toprağını. Hâlâ bazı çocuklar köylerde büyüyor. Geldiğim köyde çocuk sesi yoktu.
Yabansızlığın başındayım. Bir yerlerde yabanı gördüğünü zannedenler efelenmesin hemen. Ben ne de olsa kendi hikâyemi anlatıyorum. Ve yabanın ne olduğuna veya ne olmadığına ikna edemem kimseyi.
Eğer birine bu çöple, terk edilmiş köpek sesleriyle, yer yer köpeklere taş atan çocuklarla, camisinden hayır yemeğine yerliler de, yabancılar da davetlidir sesleri yükselen bir köyden azıcık uzaklaşınca bir güneş damlasıyla, hasan hüseyin çiçeğiyle, veyahut yakı otuyla karşılaşmak, yabanla karşılaşmak gibi görünürse artık ona ne diyeceğimi biliyorum.
Yabanın bir duygu olduğunu söyleyeceğim. Bazı coğrafyaların veyahut bazen küçücük bir alanın bile buna izin verdiğini, geçit vermezliğin -yolsuzluğun değil- kural olduğunu söyleyeceğim.
Toprağın şanı sürüyor burada, taşın değil. Dağın değil engebenin. Toprak insanın elinde bir oyuncak. Engebe şipşak düzlenir bir kepçeyle. Sonrası uygarlık.
O taşın veya toprağın bağrında bitenin değil bizzat yerin yaban olabileceğini söyleyeceğim. Yeri görebilir, üstünde zıplayabilir, çadır kurabilirsin ama geriye bir ömür harcasan yanına yaklaşamayacağın hissi kalır. Elverirse insanı dahil. Odasına televizyon girmişse bile, elinde cep telefonu varsa bile. Nasıl olabiliyorsa, bir şekilde.
Çok isteseler, deşmek için kudursalar bile üçüncü dünyanın iş makineleriyle kat edilemeyecek yerler hayal et. Orada bir hayal ot olduğunu ve onu daha hiç kimsenin görmediğini farzı misal. Yer buna izin verecek, işte yaban bu. Tam olarak böyle olmasa bile senin bu hayalin yerin koynunda bir gerçekmiş gibi görünebilecek. Bu yeri bir kez gören, burada yaşayan bir kimse dönüp de sana “kaldı mı böylesi” diyemeyecek. Görmeyenler desin boşver. Kime göz kırpabileceğini biliyorsun. Mesela pis ota (Valeriana alliariifolia).
Bildiğin kedi otu (Valeriana sp.). Ama yaprakları tıpkı sarımsak hardalına (Alliaria petiolata) benziyor. Tür adı olan “alliariifolia” buradan geliyor. Bahçende serin sular, gölgeler varsa belki gelir pis ot da. Çünkü biz kedileri; uygarlığın piçlerini sevindirmekten vazgeçemeyiz.