Alevin kıvılcım terkibinden

Bahçenin gerçeği” yazısında geçen fitili ateşleyen bitkilerden ikisi…

Öz dikenime…

Geçit vermez olan, saygı uyandırır. Ne yapıp edip geçtiğimiz düşünülünce. İşte böyle geçit vermez bir ottur abdestbozan (Sarcopoterium spinosum). Yaklaşarak, etrafında dolanarak -ki sadece etrafında dolanılabilir-, uzun uzun incelediğim ilk bitki. Öz dikeni adını, silcandan (Smilax aspera) alıp abdestbozana veresim var bu yüzden. Çünkü özüme diken olup battı. Öyle başladı bu yolculuk.

Fotoğrafta gördüğünüz meyveleri çektikten hemen sonra keçi yedi. Yoksa abdestbozanın üzerine dalını uzatmış pıynar meşesi miydi yediği? Keçilerin önünde kınalı, örgülü saçlarıyla “Meğersem kâinatın sonu serbest imiş “diyen bir nene yürüyordu. Öz dikenimin hemen arkasında da yavru bir kızılçam, keçiboğan, yılan yastığı, içinde ise boz çalılar büyüyordu. Ada soğanları görmezden gelinebilir mi? Ama henüz yapraklarını uzatmışlar güneşe, çiçekli değnekleri sonbaharda arz-ı endam edecek. Bu mecliste başka kim vardı derseniz; Ebruli çalı, sünnetlice, sığır dili, kır güneş otu, sümenit, ecibücü, cırtatan, ekşi yonca, emzik otu, eğri kadın aynası, hayıt, kokar sedef otu vardı, en var hâlleriyle. Şimdi gözümün önüne geldikçe “beni unutma” diyorlar. Çünkü her biri bu kocaman meclisin en biricik parçası. Nasıl unuturum ibikli adaçayını. Git gel ziyaret etmiş yine de kendini morla nasıl sonlandırdığını, o tepede açan yapraklarını görememiştim.

Doğrusu hiç tohumunu almadım, abdestbozanın. Ovanın dikeni bu bahçede dağın dikenine bırakıyor yerini. Dikenden eksikli değiliz. Sonra dedim toplasam kim bahçesine eker ki? Oysa abdestbozan bahçenin iyiliği içindir.

Işığa

Bizim tapınağımız olacaktı, kadınların. Duvarına şahmeranı işledik. Işık tapınağı mı koyacaktık adını? Karga topalağını da (Aristolochia krausei) tam bu hülyaların üzerine gördük. Hem de yuvamıza çıkan yolun üzerindeki Işık Kalesi’nde. Her yanımız ışıktı. Ne zaman bir mekân düşlesem aklıma düşüyor Işık tapınağı, çünkü canlı bir mekândı. Bir mekânı canlı kılmak o kadar zor ki. Artık çiğnene çiğnene sakız olmuş “estetik” yaklaşımlarıyla değil, ruhla kurulmuştu, kurulacaktı, zaten yaşıyordu. Tapınağın bulunacağı sanat evi Tarsus’un Çıplak mahallesindeydi. Bu eski mahalle baldırı çıplakların mekânıymış, çulsuzların. Adı da buradan geliyor. Dolayısıyla kimsenin kendini dışarıda hissetmeyeceği bir mekândı. Nezih bir mahallenin bir dizi birbirine aşırı benzer, seçilmiş ve özellikle yan yana getirilmiş objeleriyle kurulmuş duraklarından biri değildi. İçinde yeşermenin zor olduğu. Sözlerin kaynağını yitirerek sırf temsile dönüştüğü. Bizim mekân, düşlendiği hâliyle beklenmedik, buyur edici ve mütevaziydi. Fotoğrafın arabını özleyenler içindi.

Kale’yle karşılaştığımızda bahardı, güneş, henüz havası ısınmamış dağın küçük tepesine, ışıtarak, eski ve serin taşları ısıtarak doğuyordu. Karga topalağı ise bir kayayı mekân tutmuş, en eski, en yeni dallarıyla birlikte, yuvasını sarmış sarmalamıştı. Tıpkı Çıplak mahallesi gibi, eğreti taşlara hayat veriyordu. Kelebeklere de. Yalancı apolloların, fisto kelebeklerinin gıdası değil miydi? Bitkinin endemik olması kelebekler için dokunulmaz olacağı anlamına gelmiyor elbet. Canlılık böyle bir şey, olura, insanın geçer akçesine bakmaz. Böcek olsam, kuyusuna dalsam mı dedim.

Yukarıya kaydır