Bugüne kadar kimden kıra göç hikâyesini dinlediysem, en güzel zamanlarını kendilerine bir barınak inşa ederken kaldıkları derme çatma yapılarda geçirdiklerini söylüyorlar. Bizim için de aynı şey geçerli. Hafifliyor insan. Ev ağır bir şey. Hele de kallaviyse. Kaplumbağa işin ilmini biliyor. Hatta biri evini yaparken çadırda kaldıklarını ve bir vaşak gördüğünü söyledi. Garip bir sese uyanmış. Şehirden yatıya gelenler, uzun süredir bu kadar iyi uyumamıştım diye uyanır, oksijen fazlalığına bağlar bunu. Değil, yabanın sesi derim, kimseyi inandıramam.
Yabanın seslerini unuttuğumuzdan ve içine bu sesler dolacak evlerde yaşayamadığımızdan beri değerleri üzerine pek düşünmüyoruz. Kimi bilim insanlarına göre bin yıllardır bu sesler uykuya dalmamızı sağlıyor. Artık duyamıyor oluşumuz da uykusuzluğumuzun sebeplerinden biri olarak görülüyor. Bu yıllar boyunca kendimizi etrafımızdaki seslere göre uykuya hazırladık. Gecenin sesleri arasında canlıların günlük rutinleri tanıdık gelmeye başladıkça güvende olduğumuzu hisseder ve uykuya dalarız. Beklenmedik, “garip” bir ses ise uyanmamıza sebep olur. Evrimsel açıdan, kesif şehir sesleri içinde uyuduğumuz son 50-100 sene, bedenimizin bambaşka seslere uyarlandığı gerçeğini değiştiremeyecek kadar kısacık bir zaman dilimi. Yaban, sadece uyku düzenimizi belirlemiyor. Denizden karaya çıkıp ormanda kendine yaşayacak bir yuva inşa eden ilk analarımıza kadar gidersek 390 ila 360 milyon yılımızı yabanda; ormanda, kırda geçirdik. Bu yüzden orman yürüyüşleri bir terapi yöntemi olarak kullanılıyor; yuvaya dönmek kime iyi gelmez ki?
Mersin’de düzenlenen 2. Ulusal Çevre ve Sanat Sergisi’nde çam iğneleriyle yaptığı enstalasyonla duymak isteyenlere bu aidiyeti hatırlatan Taner Tunga’ya çok teşekkür ederim. 9 Haziran’a kadar sürecek olan serginin detayları ve enstalasyon için sayfayı ziyaret edebilirsiniz; @tanertunga