‘Neden bitkilerin yabancı/Latince adlarını kullanıyoruz’ sorusu üzerine düşünme denemesi
Yazı Yaban’da bitkiler hakkında, daha doğrusu bitkilerle kurduğumuz kuramadığımız ilişkiler hakkında başka bir dil oluşturmaya, hatta çoğu kez sadece bir dil oluşturmaya, başka bir anlayış yakalamaya çabalıyorum. Bazen kısa bir anlığına yakalayabilmişim gibi geliyor, bazen yetersizliğime, o cümleyi bir türlü kuramayışıma, cümlenin aklıma dahi gelmemesine üzülüyorum. Haliyle gündelik dilimizden, uğraşlarımızdan çoktan kovulmuş olan bitkilerle ilgili cümle kurmak çok zor. Bu zorluğa eşlik eden köstekler de eksik olmuyor; kimi bitkinin Türkçe adı yok mu, neden Latince adlarını kullanıyorsun diyor, kimi bitkiler adına konuşma diyor, kimi yeterince bilimsel değil diyor, kimi romantik buluyor, kimi uzmanlığın ne diyor, kimi bir reçete var mı ona bir bakayım deyip bulamayınca çıkıyor. Anlatılanların kulakla olan derin rabıtası çok yorucu. Sen ne anlatmaya çalışmış olursan ol, dediğin, öte kulak için bambaşka bir anlama geliyor her zaman. Ama zaten yazmak böyle bir şey değil mi, hatta konuşmak da? Acemice sürdürdüğüm bu arayışı ve bulamayışı çok seviyorum. Saklı Orman’ın dediğine göre; çekirgelerin, kuşların da şivesi varmış. Anlatılanlar ve duyulanlar bir kenara bir dağın kuşu öte dağın kuşunu nasıl sever ki, önce kuşluğundan tutmasa?
Bitkiler arasında dolaşırken aklıma hep ana dilimdeki adları geliyor. Bu adları içimden geçiriyorum, dışımda dolanan ise bilimsel adları. İyice aklıma yerleşsin diye tekrarlayabilmek için. Bahçeyi ziyarete gelen ve azıcık bile olsa bitkilerle ilgili gibi görünen herkesi küçük gezilere çıkarıp bu budur, şu şudur diye bilimsel adları ve Türkçe adlarıyla tanıtmamı, şu ana kadar kibirle karıştırmayan çok az kişi oldu. Sadece bilimsel adlarını andığım için değil bence, Türkçe adı bile kimi için bir sır, bilinmez. Ama söylenmiyor bu bilgisizlik, ilgilenilmiyormuş gibi yapılıyor ve bu “gibi yapış” bir süre sonra gerçek bir ilgisizliğe dönüşmek üzere zulalanıyor. Bilmekten mi, bilmemekten mi, bilmediğini bilmekten mi daha çok korkuyoruz bilmiyorum.
Nadiren de andığım bilimsel adın anlamını hatırlıyorum. Oturup anlamlarını ezberlesem çok iyi olacak halbuki. Çünkü bunlar da bitkiyi tanıyabilmek için bir anahtar sunuyor; bitkinin hikâyesine, tarihine, tanışıldığı o ilk zamana gönderiyor. Bu konuda umduğum kadar yetenekli değilim. Boşlukları yine Türkçe isimler dolduruyor. Elbette, zora düşünce insanın önce ana dili koşar gelir yardıma. O anda ara ki bulasın, afili Latince, Yunanca vb. kelimeleri. Yazarken neyse ki öyle değil, bu isimleri bir kenara iliştirebiliyorum.
Kimine yabancı, aşılmaz veya düşmanca görünen kelimelerle cümle kurmanın bir marifet gibi görülmesi de böyle kelimelerden korkmak veya onları küçümsemek de gereksiz. Birçok bitki, bir adamın adını taşıyor örneğin. Ünlü bir adamın, bir soylu oluyor bazen bu. Bitkiyi keşfetmiş, kimsenin dolanmadığı bu dağlarda yüzyıllar önce dolanıp görüp kaydetmiş bir botanikçinin adını veriyoruz bitkiye veya kişi kendi adını vermiş oluyor zaten. Hatta amatör gözlemcilerin artmasıyla artık kimi bitkilere, bitkiyi keşfeden sıradan insanların da adı veriliyor. Bitkinin geniş yapraklı olduğuna, ilk nerede görüldüğüne, kokusuna gönderme yapıyor kimi isim. Yel çiğdeminde (Crocus graveolens) olduğu gibi. Türün neredeyse en belirgin ayrım yöntemi bu; kokusu. Veya gök navruz (Iris stenophylla). İlk kelime cins adıdır ve cinsin tüm üyelerinde ortak olarak kullanılır. İkinci kelime ise türün ayırıcı karakterini belirten bir sıfattır. “Stenophylla” dar yapraklı anlamına gelir. Demek ki dar yapraklı bir süsen gördüğümüzde aklımıza gök navruz da gelmeli. Cins adı, Iris ise gökkuşağı anlamına geliyor. Tanrıça Iris’ten de biliriz bu adı, ilk hikâyelerden. Kalabalık ve şamatacı tanrıların arasında gökkuşağı renklerinde parlayan bir tanrıçadır Iris.
Her halükârda isimlerin altında kazıdıkça çıkan hikâyeler var. Anadilimdeki birçok adı kazıyamıyorum. Bitkiyi tanıyan kalmadığı, bir zamanlar bir sebeple ona anlamlı bir isim verildiyse bile artık o anlamı oluşturan sac ayakları çöktüğü için isim boşlukta yüzüyor. Yerel isimler yöreden yöreye değişiyor. Bu zorlukları bir kenara bıraksak dahi bir türden bahsettiğimizde o türün dahil olduğu cins grubunda benzer başka birçok bitki bulunuyor olabilir. Örneğin Türkiye’de şu ana kadar kaydedilmiş 70’e yakın süsen türü yetişiyor. Kiminin soyu tükenmedi veya tükenmek üzere değilse tabii. Hepsine aynı ismi vermiş olsak nasıl çıkabiliriz işin içinden? Kaçımız yüzlerce çeşit papatyanın Türkçe adlarını biliyor ve onları bu adlarla tür düzeyinde ayırabiliyor? Sığır gözü, derman papatyası, hozan çiçeği, altuncuk, çayır güzeli, duduka, kaplan otu, yer paskalyası, sünnetlice, billur düğme, kız anası, şebrek, ay papatya, sarıteçan, kanarya otu ve daha nicesi. Üstünkörü baktığınızda hepsi papatyaya benziyor ama cinsleri bile farklı.
Bitkilerin ana dilimdeki adlarını her yazımda kullanıyorum. Hemen biri altına bizim köyde buna … ismi verilir diyor. Bu isimler ortaklaşmamış. Ortaklaşması da gerekmiyor, çünkü bu aynı zamanda dildeki, kavrayıştaki, bitkilerle kurulmuş ilişkilerdeki bir zenginliğin ifadesi. Belki her bitkiye tek bir Türkçe isim önerilebilir, ama bu isimleri yok etmek pahasına değil. Yorumu yazan iyi ki yazıyor da, başka bir coğrafyada o bitkiyle nasıl ilişki kurulduğuna dair bir bilgi, his edinebiliyorum. Bu zenginliği korumak en az bitkileri korumak kadar önemli. Standartlaşma, isimlerin, dilin bire indirgenmesi, kavrayışların da bire indirgenmesi demek.
Türkçe isimler konusunda hemen adını anabileceğimiz çok değerli çalışmalar da bulunuyor; Türkçe Bitki Adları Sözlüğü (Baytop, 1997), Türkiye Bitkileri Sözlüğü (Tuzlacı, 2011) vb. Gelin görün ki, Türkiye’de yetişen doğal bitkilerin ancak dörtte birinin Türkçe adı bulunuyor. Kalan dörtte üç isimsiz veya yeni yeni isimlendiriliyor. Yerel halka, yaşadığı coğrafyada yetişen bir bitkiyi göstererek ‘bu ne’ diye sorduğunuzda bir cevap alamayabilirsiniz. Doğal olarak, bir sebeple kullanmadıkları, faydalanmadıkları veya uzak durmaları için özel bir sebep olmayan bitkilere isim vermemişler. Giderek bilinen tanınan bitkiler hakkında bile bir cevap almak zorlaşıyor çünkü bitki bilgilerine eskisi gibi ihtiyaç duymuyoruz. Bitkilerin hayatımızda kapladığı alanı başka şeylerle doldurdukça bilinenlerin nesilden nesile aktarılmasına gerek kalmadı. Bitkilere bilimsel düzeyde bile azalan bir ilgi söz konusu. İçerdikleri bileşiklerin yerini sentetikleri aldıkça, genetik çalışmalarla süper besinler yaratabileceğimiz avuntusu galip geldikçe bu ilgisizlik daha da artacak gibi görünüyor. Birçok ülkede botanik üzerine yüksek lisans düzeyinde öğrenci bulunamıyor.
Büyük soruyu adıyla sorarsak; bitkiler nasıl isimlendirilir, neden yabancıca isimleri kullanırız? Bilimsel adlandırmalarda genellikle düşünüldüğü gibi bir tek Latince kullanılmaz, başka diller de kullanılır. Sadece ekler Latince dilbilgisi kurallarına göre verilir. Dolayısıyla bitkinin Latince adı dediğimizde doğru bir şey demiyor olabiliriz. “Bitkinin bilimsel adı” veya “bitkinin Latince adlandırılması” daha isabetli bir tabir olabilir. Latince artık kullanılmayan, ölü bir dildir, dolayısıyla da değişmez. İngilizce gibi bir üstencilik yoktur burada. Bugün hemen her dile aynı mesafede duran bir eski zaman dilidir, Latince. Toplumlar arasında ortak isimlendirme kurallarının kullanılmasının sebebi ise; bir toplumun bilim insanlarının başka bir toplumun bilim insanlarıyla anlaşabilme ihtiyacıdır. Elbette bu toplumsal ilişkiler karşılıklı duruma göre çoğu zaman eşit olmaz ve sömürüyü de içerir. Ama bu, bitkileri öğrenmeye heves edenlerin, kullanılan dilleri lanetlemesini gerektirecek bir diken değildir. Gerçek dikenleri ise çoğu kez kimse görmek istemez.
Belirlenen kurallara göre oluşturulmuş her bitki adı (ortak olarak paylaşılan cins adı ve bir tür epitetinden oluşur) dünyanın her yerinde belli, tek bir bitkiye gönderme yapar. Bilimsel literatürde veya doğru bilgiye ulaşılabilmesi için bilimselliği dikkate almak zorunda olan her yayında anlaşabilmenin, anlaşılabilmenin tek yoludur, bilimsel adları kullanmak. Bu demek değildir ki bitkilerin anadilimizdeki adlarını kullanmamalıyız. Doğrusu ikisini bir arada kullanmaktır ama şiir, roman veya öykü yazarken, masal anlatırken sadece anadildeki adı yeter. Hatta bilimsel adı kullanmak ne gereksiz olurdu.
saçıma bir Xeranthemum annuum yerleştirdim
ama sahte…
İyi ki böyle bir ortak isimlendirme havuzumuz var. Mal olduklarının anısına saygıyla kurduğum bir teşekkür cümlesi bu. Öte yandan bilimsel bilgilere herkesin ulaşabildiğini veya ulaştığı bilgiyi değerlendirebileceğini varsayamıyorum. Ancak bu açığı kapatmaya heves etmek bile yabancıca isimlerle uğraşmaktan daha evla. Yazı Yaban bunun için de var. Bu yüzden okuyunca çok kolaymış gibi görünen bilgileri derlemeye, süzmeye, toplamaya, keyifli bir şekilde okunabilmesine ve en azından bir kesimimizin anadilinde yazmaya gayret ediyorum. Bir bitkinin ilk yapraklarından tohumuna kadar peşine düşüyorum. Zaten gördüm, tanıyorum, gerek yok oysa. Ama göreni, tanıyanı, seveni, peşine düşeni artsın istiyorum. Biraz mütevaziliği elden bıraksam, bilmemenin değerini unutsam, bir diploma edinsem, veya en azından şu tohumları ücretsiz dağıtmasam daha fazla takdir göreceğime ise inancım tam. İşte bu da gerçek bir diken, öyle değil mi?
Anadili Türkçe olmayan milyonlarca insanla aynı toprakları paylaşıyoruz. Aslına bakarsanız benim de anadilim Arapça. Hâkim dil baskısıyla öğütülen, tıpkı bitki bilgilerinde olduğu gibi sonraki nesle aktarılmayan bir dile dönüşmüş zamanla. Ama iliklerimde Arapça akıyor. Bedenim Arapça dans etmeyi biliyor ve sanırım rüyamda yalapşap konuşabiliyorum. Çünkü nenemle annemi o kadar çok dinledim ki genizden gelen tınılarla Arapça ötüşürken. Hem bilmediğim bir dilin hayranlığı; hem de kulağıma dalgalar gibi vuran buğulu seslerini hiç unutmadım. İyi ki bu sesleri duydum. Sanki hepimizin bildiği dil Türkçeymiş gibi davranmak hiç adaletli değil. Bir bitkiden bahsederken sadece Türkçe isimlerini anmak ana dili Türkçe olmayanlar için ne anlam ifade edebilir? Bitkiyi merak etse, araştırmak istese nasıl peşine düşebilir? Türkçe biliyor dahi olsa, eminim ki bitkinin adı coğrafyanın anadili neyse onunla taçlanmıştır. Örneğin, tam bu yazıyı yazdığım sırada öğrendim, Dersim’de bir çiğdem türüne “nınge, bızeka” dendiğini. Hemen aklıma Antakya’da sümüklüböceğe “bezzaka” dendiği geliyor. Acaba var mı bir ilgisi? Birbirini harmanlayan onlarca dilin kucağında büyümüşüz de, tek bir dilimiz var zannediyoruz. Hiçbir çiçek üzerinde büyüdüğü toprağa bu kadar vefasız değildir. Bu ülkede yaşayan insanların bildiği dilden yazmak deyince işin içine sadece Türkçe girmiyor. Anneme “pazı” desem anlamaz gözle bakar örneğin. “zılk” demem gerek. “Anne zılk ektim” derim, sevindirmek için. Bırakalım bildiğim hâkim dili, bazen denk geldiğimde Arapçasını, Kürtçesini, Zazacasını yazıyorum, bitkinin. Duyuran olursa bu topraklarda yaşayan tüm dillerdeki karşılıklarını vermek isterim; Ermenice, Rumca, Lazca, Süryanice, Çerkesçe, Kıptice ve adını unuttuklarım.
Bitkinin doğru fotoğraflarına ulaşmak için dahi bilimsel isimleri de kullanma zorunluluğumuz var. Çünkü internet hem çok değerli bir kaynak hem de bir çöplük. Bitkiler hakkında araştırma yaparken insan öldürecek cinsten hatalarla, yanlış bilgi aktarımlarıyla karşılaşmak olası. Yenilebilir diye zehirli bir bitkinin fotoğrafını koyanlardan tutun da bahsettiği bitkiyle alakası olmayan başka bir bitkinin fotoğrafını paylaşanlara kadar çok büyük bir çöp okyanusuyla karşı karşıyayız. Ben, bildiğimi bile tereddütle paylaşırken, elimden geldiğince kılı kırk yarıp doğru bilgileri süzmeye çalışırken ve yine de milyon tane hata yapıyorken, bilimsel adlar hem benim hem de bence bu yazıları okuyan herkes için can simidi yerine geçiyor. Eğer adı anılan bitkiyi merak ediyorsanız veya yenilebilir olduğunu iddia etmişsem, lütfen bu isimleri kullanarak kendi araştırmanızı yapın diyebiliyorum böylece.
Bitkileri tanıma uğraşının bizi bugün getirdiği zorunluluklar bir kenara bitkilerin bilimsel olarak sınıflandırılmasına, ikili isimlendirmeye karşı olanlar da var. Örneğin John Fowles Ağaçlar adındaki yapıtında bu konuyu evirip çeviriyor; bilimde bütünsel bir gerçeklik içinden seçim yapmanın gerekli olduğunu ancak bu seçimin, dışında kalan her ilişkiyi bozduğu ve sınırladığını anlatıyor; “Daha geçen gün küratörü olduğum küçük bir müzenin unutulmuş bir çekmecesinde bir mektuba rastladım. Tanınmış bir eğreltiotu uzmanından gelmişti ve Dorset’ten gönderdiği yirmi kadar örnekle ilgiliydi; çağdaş bir botanikçiye göre bunların hepsi üç türe indirgenebilirdi. Ama bu saygın beyefendi kendini, çok heceli Latince sözcüklerden bir keşmekeş içinde, her örneğe yeni bir alt-tür ya da çeşitsel bir mevki bahşetmek zorunda hissetmişti sanki bunlar vaftiz edilmemiş çocuklarmış da bir isim verilmezse cehenneme gideceklermiş gibi.” Ancak bitkilerin yerel adları da vardır ve ikili adlandırma aslında salt Linné’nin eseri değildir. Adlar olmadan ilişki kuramayız ve bu adlara, tanımlamalara rağmen dışarıda kalan ilişkileri takdir etme yeteneğine sahibiz. |
Diken faslı
Biz bu sularda oyalana duralım zurnanın zırt dediği yer ise bambaşka. Bitkinin bilimsel adını kullandığım için hayıflananlar henüz Türkiye’de kendi floramızı Türkçe olarak kayıt altına almamış olduğumuzu biliyor mu? Bitkileri tanıyabilmek için hâlâ Flora of Turkey and the East Aegean Islands (Davis 1965-1988) adındaki temel eseri kullanıyoruz. Türkiye’de yetişen 13.500 bitki türü hakkında İngilizce bilgiler içeren bir çalışma. Bir bitkiyi tanımaya çalışırken önce bu kitabı açıyorum – açıyorum derken, bir iyiliksever tarafından pdf formatına getirilen versiyonuna bakıyorum- ve zorluk sadece dilin İngilizce olmasında da değil, benim için bir anlam ifade etmeyen bilimsel terminoloji içinde, isabet olursa, oltaya takılmış bir balık gibi çırpınarak yolumu bulmaya çalışıyorum. Asuman Baytop’un bu kitabı kullanacak araştırmacılar için hazırlanmış olduğu “İngilizce – Türkçe Botanik Kılavuzu” baş yardımcım. Ege Üniversitesi, bu çalışmayı çevrimiçi olarak kullanıma açmış ancak çoğu kez çalışmıyor. Kullandığım bu yardımcı eser de ne yazık ki pdf formatında. Kitabın tekrar basımı yok, nadiren sahaflarda bulunabiliiyor ancak çok pahalı. Bu kaynak kitapların tekrar basılmaması, hiçbir yayınevinin böyle bir ihtiyaç hissetmemesi de bir diken. Sahi basılsa kaç kişi almak ister, alabilir ki?
Her ne kadar şimdi Türkçe çalışmalar yapılıyorsa da tüm bitkiler için hâlâ bu eser temel alınıyor. Türkçe olarak hazırlanan ilk kaynak ise oluşum halinde. Şimdiye kadar 2 cildi yayınlandı; Resimli Türkiye Florası. Bütün flora çalışmalarında olduğu gibi bu kitaplarda da isimler hem önerilen Türkçe adlarıyla hem de bilimsel adlarıyla yer alıyor, alacak. Terminoloji sorunlarını bir kenara bırakırsak en azından artık Türkçe bir kaynağımız olduğuna sevinebiliriz fakat bu kaynakların bitkilere meraklı sıradan insanlar tarafından kullanabileceği söylense de bence bundan çok uzaklar.
Oysa bir temel esere bence kültür de sinmiş olmalı, o coğrafyanın insanının kavrama, anlama becerisi, düşünüşü de. Ki bunu derken aklımdan Yaşar Kemal geçiyor. Keşke diyorum böyle bir temel eseri o yazabilseydi, ne görkemli olurdu. Bir düşünsenize bitkinin nasıl tanınabileceğini anlatışını. Kokusuyla, dokusuyla, ruhuyla, o bitkiyle ilişki kurmuş insanıyla, üzerinde bittiği toprak, yanı başındaki ağaçla. Temel eser olmazdı da temel efsane olurdu. Sıradan insanların da kullanabileceği bir flora çalışması bilimsel olmamak pahasına ancak böyle bir yaklaşımla yazılabilirdi ancak bu kitapta da bilimsel adları kullanmak zorunda olurduk. Bugün Yaşar Kemal’i okurken kullandığı yerel bitki adlarının hangi bitkilere ait olduğunu bulmaya çalışıyoruz örneğin. Bunun için makaleler yazılıyor, sözlükler hazırlanıyor.
Bilimsel veya edebi anlatılarda neyin nasıl kullanıldığı bir kenara hangi bitki isimlerini akılda tutacağımız, yaşatacağımız, pişireceğimiz, demleyeceğimizse bize kalmış. Kelimenin tam anlamıyla bize. Bitkinin yaşaması da çoğu kez buna bağlı çünkü, yok olmuş bitkilerin Türkçe veya yabancı dildeki adları hiçbir anlam ifade edemez. Başka bir diken de burada; ana dilimizdeki isimleri gözettiğimiz gibi insanları, bitkileri, hayvanları, toprağı, havayı, suyu da gözetebiliyor muyuz acaba? Çok daha anlamlı sorular değil mi bunlar? Feveran edilir ya bazen, endemik çok değerli bitkilerimizin soğanları çalınıyormuş. Suçlular yakalanmış. Alkışlar, ayıplamalar. Çiğ bir oyun sergilenir gözümüzün önünde. Oysa çok iyi biliriz ki o alkış sahiplerinden en az biri hiç gözünün yaşına bakmadan o endemik bitkinin üzerine beton döküp evini kuracak, hatta betonu endemik bir bitkinin üzerine döktüğünü bile bilmeyecek, beton dökülmesi için kararname imzalayacak, izni verecek, beton dökülmesine göz yumduğu için cukkasını cebine atacak, o güzelim canın yetiştiği yere maden izni verecek, tarla açacak, benzin istasyonu, taş ocağı kuracak.
Yaralandı parça parça ayağım
Yürüyorum dikenlerin üstünde*
Yine de o geçit vermez çalılığa dalmadan, kantaronun bin tane, papatyanın bin tane olduğunu bilmeden, “papatyaya neden sadece papatya demiyoruz” diye samimiyetle sormak da mümkün olabilir. Çoğu kez haklılık taşıyan sebeplerle bu sorular azarlama fasıllarıyla biter. Cevap veren aynı soruya yüzlerce kere cevap vermekten bıkmış olabilir veya böyle bir sorumluluk alma, hesap sorma davranışını üzerine titrediği bir ormanı/bitkiyi korumak isterken görmemiş olabilir vb. Kimi verilen cevaplardan bir şey öğrenir, kimi hatasında ısrar eder, kimi sözünün altında kalmayı en büyük utanç beller. Eğer öğrenmek için sorulmuş ve nefretle cevaplanmamışsa bazen sözler yerini bulur. Bilmemenin suç olmadığını çok az kişi düşünür. Biz bunları tartışadururken en güzel olansa şudur; bitki ona iliştirdiğimiz tüm bu isimlere aldırmadan açar çiçeklerini.
* Kaplani’nin Yaşamı – Sanatı – Şiirleri, Hasan Kaplan, Ürün Yayınları, 2006
Görsel: Bağa yaprağı. Sinirotugillerden bir sinir otu türü (Plantago cretica). Sadece Silifke’de görebildiğim bir çingene. Akdeniz ve neredeyse Ege ve hatta Marmara boyunca yetişiyor ve 600 rakıma kadar görülebiliyor.