Tohum topunu ilk duyduğumda şehirde yaşıyordum. Hem de yaşaması olmayan bir şehirde, yaşaması kıt bir hayatın içinde. Bahçe ham hayaldi. Olur mu, olmaz mı, nasıl olur sorularını teraziye vurarak gün geçiriyordum. Şehir ve terazi hep birlikteydi. “Gittiğin yer yol olur” yoktu daha.
Tohum topunu ilk duyduğumda aklımda beliren evvel ayçiçeğiydi. O ay yüzlü, güzel gözlü, bir otobüsün içine hıncahınç tıkışmış giderken bana göz kırpaydı sanki bir iş gününe katlanmak daha kolay olurdu. Hele de indiğim durakta beni karşılasa, oy. Yaşarken, yaşamazken şehri katlanılır kılacak bir şeye ihtiyacı oluyor insanın. Mesela Calvino’nun Marcovaldo’sunun “bir şey”i, mantardır. Şehrin göbeğinde bulduğu mantarlar, ona şöyle düşündürür; “Ayakkabısını bağlamak için eğilip daha iyi baktı: mantardı, gerçek mantardı, kentin tam orta yerinde bitiyorlardı! Çevresini saran karanlık, kalleş dünya birden gizli zenginliklerini sunuyormuş, yaşamdan hâlâ, toplusözleşmenin saat ücreti, ek ücret, çocuk yardımı, pahalılık yardımı dışında da bir şey beklenebilirmiş gibi geldi Marcovaldo’ya.”
Şehri katlanılır kılacak şey bulmak zordu. Hele Maslak’ta. Maslak ne yaşanacak, ne çalışılacak, insan haysiyetine yakışmayan bir yerdi. Gün yüzüme vururken dışarıda olduğum saatler yakın avmlerde geçiyordu. Parklarından bir kök sukulent, iki tane tohum, bir dal çiçek yürütür, kimini saksıya taşır, kendime orman uydururdum. Bahçe hayalinin iyice bastırdığı son 2 yıl böyle geçti. Ola ki mesaiye kalırsam iş çıkışı karşılaştığım ineklerse gerçek bir mandıra reklamı gibi görünürdü gözüme. “Çöpsüt”, “Çöpten beslenen ineklerin leziz sütü”. Tıpkı benim gibi, kanaat ettikleri çöp, hayallerinde çayır dolanıyorlardı döne döne. Tohum topunu ilk duyduğumda, evvel ayçiçeği sonra inek. Ayçiçegi tohumlarını kille yoğurup atıverecektim gözlerden ırak bir yere. İnekler de yiyecekti, yarım starbucks donutları yerine. İkimizde bulduğumuzu yiyorduk. Bulduğumuz ne fenaydı. Şehir buna fırsat vermeden bitti.
Yaban geldi sonra. Ayçiçekleri, gelincikler, papatyalar, şifanlar açtı kapandı, keklik çiğdemleri buram buram moruylan, pıtpıtlar salındı, gıvışganlar doğrandı tavaya. Yaban gelince, “mümkün” katıldı tohumun hamuruna. Oynadık. Bazen oynamak için, bazen tohumlara “ben elimden geleni yaptım sıra sizde” demek için yuvarlayıp yuvarlayıp saçıyoruz toplarımızı. Bazen toplu bazen topsuz saçıyoruz tohumlarımızı. Kanatlı olanları ot yığınlarının arasına üfleyerek veya ayaklarımla biraz eşinip atıvererek tohumu toprağa.
Bizim tohum toplarımız da gittikleri yer yol olmadan önce şöyle mayalanıyor;
Tohum (1 ölçü karışık tohum)
Kil (8 ölçü)
Kompost veya yanmış gübre (4 ölçü)
Elek (Kompost veya gübre bir elekten geçirilerek inceltilecek.)
Su ( Yumuşak hamur kıvamına gelinceye kadar su eklenerek tüm malzeme karıştırılacak.)
Kalabalık ( 4 kişiden azsanız ölçeklerinizi küçük tutun)
Ölçüler değişebilir. Tohumların karışımda belli belirsiz görülmesi gerekiyor. Eğer çokça tohum görüyorsanız, kil ve kompost miktarını peyderpey arttırabilirsiniz. Elinizle, gözünüzle yoklayarak tohumların ne istediğini düşleyerek yapmak, cetvele uymaktan daha güzel. Meyve çekirdeklerini sarıp sarmalasın, koynunda büyütsün kil. Sonra hamurdan koparılan, cevizden hallice parçalar, avuçta yuvarlanır. Bu kıssada en eğlenceli olanı; içeride çalar bir türkü, dışarıda kuşlar eşlik eder, rüzgar vuuuuvlar, bulutlara batan güneş vururken. Çoksanız, çokça iseniz. Yoksa yorgunluk kemikleri tıngırdatır. Çünkü sadece bahçe değil ormanını yitiren domuzlar, kuşlar, sincaplar, fareler, yılanlar, böcekler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler de düşünülmektedir.
Sonra ne olur? Yine rüzgar vuuuuuuuuuv, toprak kalkar, dağ ışıldar, kuş sıçrar, çakal ulur, gün döner, yağmur çiseler, yağarım demez daha. Domuz mantarını arar, tarla kertenkelesi yuvasına kaçar, sandala el yetişmez, toplar kurur, saçılır bir gün. Gün gün de gün gün!