Bir hafta önce kendini Nükleer enerjinin ne menem bir şey olduğunu anlamaya ve anlatmaya adamış, bu konuyu, işi, gücü, uğraşı edinmiş Pınar Demircan’ın, Kültürhane’de sunumunu yaptıktan sonra, yolu bizim yabana düştü. Akkuyu’yla Kültürhane arasındayız. Bir yanımızdaki ibre kötülüğün ifradını gösterirken, bir yanımız umuda işaret ediyor. Tanıştık, halleştik. Pınar, çok eksikliğini çektiğim “Nükleer enerji” ile ilgili her konu hakkında bilgi bulabileceğim “nukleersiz.org” sitesinden haberdar etti beni. Geç öğrendim ama takipçisiyim bundan sonra.
Mersin ili sınırları içerisine yerleştiğimizden beri nükleer enerji bizim de başlıca sorumuz. “Sorumuz” diyorum, sorunumuz değil. Çünkü Mersin’e yerleşmeden önce de nükleer enerji sorunumuzdu ama “sorumuz” değildi. Örneğin Ege’de otururken kimse “Nükleer enerji hakkında ne düşünüyorsunuz?, “Burası yerleşmek için doğru yer mi?” diye sormuyordu. Mersin’e yerleşince sorulur oldu, ne tuhaf. Sanki nükleer enerji fikrinin ve uygulamasının üreteceği sorunlar yerel sorunlarmış ve vereceği zarar sadece Mersin ili sınırları içerisinde kalacakmış gibi. Nasıl olacak bu? Sınıra “Radyasyon geçemez” tabelaları mı yerleştirilecek? Gerçekten de hâlâ, Çernobil’den sızanın, karanlık bir yumru gibi, Karadeniz’in çocuklarının ve dünyanın geri kalanının ümüğüne çöktüğü bilinmiyor olabilir mi?
Nukleersiz.org iyi oldu olmasına ancak bu konuda saatlerce araştırma yapmadan dahi bu sistemin üreteceği her şeye karşı çıkarım, çıkıyorum da, bodoslama. Çünkü zehirli, başedilemez olan sadece nükleer değil, bu akıl, bu düşünme, bu yaşama şekli. Aynı akıl, çimento da üretse, gömlek de üretse, kağıt da üretse, peynir de üretse, ayakkabı da üretse, hatta güneş paneli ve bisiklet de üretse aynı biçimde zarar veriyor dünyaya. Az mı çok mu, bunun hesabını mı tutmalıyız? Az zarar veriyoruz, bizi idare et mi demeliyiz dünyaya? Kendimizi mi, dünyayı mı kandırmalıyız? Kandırabilir miyiz?
Bir fabrikanın peynir ürettiğini varsayalım, peyniraltı suyunu da en yakın nehire boca ettiklerini. Bu ne fosil yakıt, ne de nükleer atık ancak tıpkı onlar gibi yaşamı yok eden bir zehire dönüşüyor bu rasyonel aklın ellerinde. Hayvancılık ve süt endüstrisi bahsini açmıyorum bile. 2011’de peyniraltı suyu üzerine yapılan bir araştırmada şöyle deniyor; “Besin içeriği açısından önemli bir sütçülük artığı olan peyniraltı suyu genellikle hiç işlem görmeden doğrudan alıcı su kaynağına verilmekte, bunun sonucunda da yaklaşık 40.000 BOD (Biochemical Oxygen Demand) düzeyinde bir kirlilik oluşmaktadır. Bu değer sınır değer olup, anaerobik arıtım gerektirecek kadar yüksek bir kirliliği tanımlamaktadır” (1) Anaerobik denmekle şu kastediliyor; peyniraltı suyunun nehre salınmasıyla ortamdaki oksijen bitiyor ve canlılar olüyor. Evet fosil yakıtların veya nükleerin verdiği zarar kadar kitlesel ölümlü, korkunç sonuçlar değil bunlar; sonuçta binlerce balık ölüyor, hayatı o balığa bağlı birkaç can daha, sonra o cana bağlı bir kaç can daha. Bir zincir gibi önüne çıkan her canı yutuyor, kötülük. Yeri gelmişken sormalı, nükleeri pazarlamak için kullandıkları “temiz enerji” söylemi gibi temiz peyniraltı suyu da mümkün mü? Nelerin başına “temiz” ibaresi koymalıyız aklanmak için? Mesela “temiz doğalgaz” da olur mu? “Temiz savaş”, “Temiz benzin” , “Temiz plastik”
Bu yaklaşım belki biraz nükleer enerjiyi küçümsemek gibi oldu. Elbette bu aklın ifrada kaçması o. Hiç küçümsenecek birşey değil. Yüzyıllarca sürecek geri dönüşsüzlük, çıkışsızlık, çaresizlik hali. Bir nükleer santralde kaza olmaması durumunda bile kötülüğün içeriden dışarıya saçılması, ağır ağır. Ne deniyordu Çernobil dizisinde; “Her hücrene ateş edildiğini düşün” Yakınen maruz kalacağımız ve dünyadaki yüzlerce santral sayesinde maruz kaldığımız bu.
Elbette bu buluşmada “ne yapabiliriz” , diye de konuştuk. Kendimizi sorumlu hissetmek için, nükleer enerjinin bir bomba veya kaza olarak kapımızı çalmasını beklemiyoruz. İnsanları korkutmak dışında ne yapılabilir? -Çernobil dizisinin layıkıyla yaptığı ve epitopu 3-5 gün süren etkisi gibi- Nükleer enerji santrallerinin, sadece bu santrallerin inşa edildiği Mersin ve Sinop’u ilgilendirmediği nasıl anlatılır? Akkuyu nükleer santralinin kurulduğu alanın çevresindeki canlıları araştırmalı, orada yaşayan her bitkiyle, her hayvanla tanıştırmalı insanları diye düşündük. Neler yok olacak, nasıl daha da yoksullaşacak hayatımız görülmeli, dedik. Naif şeyler, değil mi? Çünkü biliyorum ki bunlar da boş gösteren. Balığı umursamayan bitkiyi neden umursasın ki? Olsun yine de bu haberleri alıp bağrına basacak olan da vardır, olacaktır, doğacaktır. Zaten sözümüz, şarkımız, hikâyemiz onlara.
Evet Mersin’de oturuyoruz, ama oturup nükleer şöyle kötüdür, böyle kötüdür demek yalnızca Mersinli’ye, Sinoplu’ya düşmez. Her birimizin başına düşer, bir kaya gibi. Görmemiş gibi yapmak da işe yaramaz. Başkalarının bizim adımıza karar vermesinden veya düşünmesinden bıkıp hayatımızın iplerini kendi ellerimize almadan gerçek bir seçim yapmış da olmayacağız. nukleersiz.org, nükleer enerji konusunda kayayı sırtlamak, düşünmeye başlamak için iyi bir adres. Mutluluk nedir ki zaten, sırtında kendi kayanı taşımaktan başka?
(1) http://tarimdergisi.yyu.edu.tr/say22(1)pdfler/Makale8-11023-son.pdf
Görsel: Santralin Çed raporunda yer alan; “bir kaza halinde 80km yarıçapta tarım yapılamaz” kuralının dolaylı muhattaplarından biri, endemik bir geven türü; Iraz geveni (Astragalus leporinus var. hirsutus)