Doğu Akdeniz için kuzu göbeği vakti başladı. İnsaflıca, orman örtüsüne zarar vermeden, başının hemen altından burarak, onları çok seven yaban domuzlarına paylarını bırakarak, topluyoruz. Zaten yaban domuzları bizden önce bulmuş oluyorlar ya olsun. Bazen bir ocağı biz önce keşfettiysek onların koca midelerindeki açlık gurultusuna kulak tıkamak olmaz.
Bunları ben bulamıyorum, bakmayın yakın çekime. Taşındığımız sene ormanı kesilen alanda geziyoruz. Her yer kuru dal, ot, çalıyla dolu. Karmakarışık ortalık. Baharda gezintiyseniz, insan nereye bakacağını şaşırıyor, şaşırıyorum. Ama Bekir Abi, “ihiii, orda” diyor. “ya Bekir Abi bunları nasıl görüyorsun, dediğimde de cevabı şu; “Eskiden bu dağda kamyonla giderken, durdururdum kamyonu, kuzu göbeği gördüm, alacağım diye.”
Bulmak istiyorsan ona bakacaksın sadece, bulmak istiyorsan ona o kadar çok bakmış olacaksın ki, gerisi benimki gibi şans işi. Ben, irice ve toprak üstündeyse, veya yere eğilmiş başka bir şeyle, otla, böcekle ilgilenirken bir bakıyorum dibimde kuzu göbeği var. Bence hevesimin hatırına görünüyorlar bana.
Bundan dört sene öncesi ise durum daha vahimdi. Çanakkale’nin ormanlarında toplamaya çıkmıştım arkadaşlarımla. Daha ilk sefer, ilk siftah, o da olursa. Olmadı elbette. İki kadının peşinde seğirtip durdum tüm ormanı. Dik yamaçlarda yürüyüp, dağ başlarına tırmanıp, orman çiğinde ıslanıp fistanımızı soyup ateş yakmıştık da o zaman anladım, Kuzu göbeği bana görünmese de olur; bir orman açıklığında ateş yaktık ya, çıkardık ya üzerimizden çıkarılabilecek ne varsa, ellerimizi ateşe tutup oturduk ya etrafına. Belki bu da”soyunmaktan başka bir şey dilemeyen kadınların” masalıydı.