Şehri sevmemek de sevmek kadar sünepe bir duygu. Veya şöyle denilebilir mi; şehri sevenler de sevmeyenler de havuzlu sitelerde oturabilir, hayatının bir döneminde oturmuştur, oturma ihtimalinin yanından teğet geçmiştir, olmadı satın almaya zorlanmıştır bu hayali. Geri kalanımız için yaşadığın yeri sevip sevmemekten daha başka aciliyetler var.
Havuzlu site benim için bir simge, sıcağın altında kavrulan metal çatılı, tek gözlü bir odanın çaprazında duruyor. Metal çatılı evin altındaki, havuzlu siteyi hayal ederek uyuyor her gece. Her gece pazarlanan, her gece satın alınan bir hayal bu. Offf, ne bedellerle… Birilerinin yanaklarından ter akarken varsa gidebileceği bir gölge, onu da özlüyor. Var böylesi de.
Neden çöp yığınları bize dayanılmaz görünür de havuzlu sitelere öfke duymayız acaba? Bir yarı olimpik havuz için yaz sezonunda yaklaşık 2.000.000 litre su kullanılıyormuş. Hakları olmasına rağmen taş bülbülünün boğazından, kızılçamın damarlarından geçmiyor bu su. Üstüne üstlük insan bir yerde sevmese de yaşayabiliyor. Örneğin “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır”, “Haklarımızı ve hayatımızı koruyacağız” diyen kadınların ve Lgbti+’ların saçlarından sürüklenerek gözaltına alındığı bir ülkede yaşamak sevilebilir mi? Veya iklim krizini yaratan, yöneten ve sürdürülecekmiş gibi görünen politikalara rağmen başka bir gezegene otobüs kalkıyor mu? Kalksa dünyayı bırakır gider miyiz? Öte yandan bir şehrin varlığı olmadan bazı kimseler dağlara göçemez. Bu bence tehlikeli ve iki taraf için de zaruri gibi görünen anlaşmanın sınırlarında yürümek zorundayım. Bazen kente takılmamın ancak hemen akabinde acayip bir şekilde konuyu değiştirme isteği duymamın sebebi bu; “tamam sakin ol, bak sustum.” Otokontrol mekanizması gibi her kentte doğmuş büyümüş birinin içinde otokent mekanizması vardır belki. Odur durduran.