“Ormanların gümbürtüsü”yle başlayan bir türkü var ya, bir gün çok dinlediğim ama duymadığım bu türküyü duyuverdim. Sevdiğim bir arkadaşın sevdiği bir türküymüş. O sevmişti ya, ben de can kulağıyla dinledim. Duydum ya, tekrar tekrar dinledim, tekrar tekrar duydum. Tek bir söz insanı nereye kadar götürebilir, oraya kadar gittim. “Ormanların gümbürtüsü başıma vurur” deniyor türküde, ormanların gümbürtüsü başıma vurdu ve vurur vurmaz da sustu. Orada durdum, senelerce durabilirdim. Çünkü bir uyanıştı onunla karşılaşma. “Dünyanın gürültüsü sessizlikler üzerine kurulu” diyordu Zeldin. Orman onu dinleyince susmuştu. Bahar ilan etti ya kendini, bu söz de geldi, her bahar gelir. Kuşlar her zamankinden çok konuşmaya başladığında, toprak yağmurla karardığında, güneş dünyanın bir yarısını yumuşatmak için düştüğünde, sözcükler yeryüzüne özendiğinde, yürümek isteği, yürümek; tok nefeslerle, bir nehri karşılar gibi, gelip başa konduğunda.
Evrenin sonsuzluğunda salındığını bilir gibi içinde dolandığımız dünyaya geldi bahar. Az şey mi, her karşılaşma ilk karşılaşmaysa. Nefessiz kalmadıkça çalışmaktan, yorulmaktan, savaşmaktan, nefret etmekten kaybolmuyor bahar. Ama ne çok da kayboluyor işte. Bilinmiyor, görülmüyor, gümbürtüsü ondan.
O dünyayı yumuşatan ışık bugün menekşenin görünen mavisine görünmeyen bir pembe kattı. Olan orman, olmayan orman, orman olsun dilediğim, rengarenk susarken.