Bir çiçeğin kayaya vuruşunu, rüzgârın kurumuş otlara değişini, kelebeğin alçalıp yükselerek kendine bir kuytu arayışını, tohumun üzerindeki taşı, toprağı kaldırarak patlayışını, güneşin her bir yaprakçığa ayrı düşüşünü, çiçeğin tohuma dururken kendinden bile güzel duruşunu, her birini teker teker defalarca başka söyleyiş ve düşünüşlerle dile getirmek. Yani onlara bekçilik etmek.
Bir masa, kap kacak, meyveye gelen zam, oturduğumuz yuva, giyeceğimiz göynek, kullandığımız bir cep telefonu uygulaması, önümüzdeki seçim, kimin adamının kim olduğunu susmak. Bunları konuşmak; yaprağın gövdeye düşürdüğü gölgeye, ertesi sene aynı yerde bitip bitmeyeceğine, hangi yükseği sevdiğine, hangi toprakta gül açtığına kadar. Bir ormandan geçerken, “ağaç işte”, bir taştan geçerken “taş işte” diye düşünmeden. Hikâyelerini anlatarak, çoğaltarak, dinleyerek. Dilimizi onlarla karmak, hayatımızın oyuklarında şu kayanın yapmayı becerebildiği gibi onlara yer vermek, saksılık etmek. Bir tarlayı ekerken kurdun, kuşun hakkı düşünülürmüş ya bir zamanlar onun gibi, neyi düşünürsek, neyi konuşursak öylesi çoğalıyor.
Bunu yapmaya çalışıyorum, bunu yapmaya çalışıyorum ama bilirkişinin kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki değil bu, hikâyesi anlatılan. Bilirkişinin yönteminin bir yaklaşımı, yönergesi, aletleri, araştırmaları, sonuçları, “bilimsel” bir kesinliği var. Bazen bitkilerle ilgili verdiğim bilgilere uzman görüşüymüş gibi muamele ediliyor ama tür tanımlarında yanılabilirim. Böyle bir kesinlikle yazmıyorum gördüğümü, duyduğumu, dinlediğimi. Unutulmasın.
Şu menekşeye hayranım mesela. Menekşe fotoğrafçısı olacağım. O oyukta bir avuç bile toprak yoktur. Nasıl biliyor bitmesini? Ekmeğini taştan çıkarıyor işte. Bir de zorda biten seviliyor galiba. Olmazda olan. Olmazı olura çevirip, “sen dön kendi olmazına bir tekrar bak” diyen.