Bitkilerin her birini ayrı düşünmek gerektiği gibi onların ait oldukları toplulukları tanımak da birini görünce ardından ne görebileceğini bilmek demektir. Bu haliyle tıpkı insan toplulukları gibi kendilerine olduğu kadar diğerlerine de aittirler. İşte bu bitkiler Silifke’nin bir kuytusunda kızılçamların yer yer gölgelik ettiği, kırmızı toprağın kireçli toprakla, kayalarla karıştığı bir yeryüzü parçasında elele büyüyorlar.
Sadece bu kadar mı çoktan soğanını toprağın altına saklamış olanlar, tohumlarını dökmeye başlayanlarla birlikte sayamayacağım kadar çok bitki küçücük bir alanda bitiyor. Bazıları başka coğrafyalarda başka bitki topluluklarına eşlik ederken bazıları sadece Akdeniz’de görülüyor. Yani ne “bundan başka toplum tanımayız” diyorlar, ne de “en büyük toplum bizim toplum” diyorlar. Elverdiğince, kararınca gidebildikleri her yerde seviştikleri bitkilerle yanyana bitiveriyorlar. Hiç konuşmadan, kökleriyle, yapraklarıyla, kokularıyla anlaşıyorlar.
Kimi kayaların üstünü örtmüş halı gibi, kimi inşaat artıklarının döküldüğü bir alanı güle çevirmiş, kimi kökünü yaprağını ezen tekerlere rağmen asfalta doğru uzatmış başını, “tohum atmadan gitmem” diyor. Gelin feneri, zivirciği çağırıyor. Zivircik, kokar sedef otunu, cırtatan, ada soğanını. Kızılçam, diken otunu. Gel diyorlar, gel, burada sana da yer var.