Ayaklıoluk’a gidip çok eski bir elma ve erik ağacını göreceğiz. İkisininin de meyvelerini yılkı atları, ayılar, domuzlar, kuşlar, sincaplar yiyormuş. Gitsek bile bulamazmışız ama olsun. Filiz, elmayı anlatalı beri, “meyvelerini ayılar yemiştir çoktan” denileni beri aklım orada. Bu kadar eski ağaçlar görmeye gidilmez mi? Meyvesi olsa da olmasa da. Belki bir sonraki ilkbahar eriğin, sonbaharda elmanın başında nöbet tutarız bir iki meyve bize de düşsün de tohum alabilelim diye. Birazcık da kestane toplayacağız. Bizim gönlümüzü doyuran, karnımızı doyuran planımız bu. Keşke her gün böyle planlar yapabilsek. O planlar bir ipe dizilip bize bir gelecek, para, saygınlık kazandırması gereken köşe taşlarına dönüşmese. Kalksak yataktan, ve hiçbir şeyi düşünmek zorunda kalmadan, -örneğin böyle nereye kadar seğirteceğimizi- “hadi kestane toplamaya gidelim” desek birbirimize. Biri bana böyle dedi mi yüzümde güller açılıyor, ben birine dedimse ve onun da yüzünde güller açılıyorsa, offf. Kaç kişinin yapılacaklar listesinde “eski bir ağacı görmek” yer alır ve şıp diye sıra gelir ona? Böyle yaşayabileceğimiz bir hayatı özleyemediğimiz, umursayamadığımız için sıra savaşlara geliyor, eminim bundan.
İnsanlar kasalarını alıp kestane toplamak için dağa çıkmaya başlamış bile. Daha tamamına ermedi kestane ama satabilmek için erkenden toplanmaya başlandı. İlerlediğimiz yollar karaçama, kestaneye, fındığa emanet. Başka çalılar, ağaçlar da var henüz tanışmadığım. Doğrusu kestaneye de, fındığa da ilk defa bu kadar yakın oturuyorum. Hatta eğer bulabilirsek ilk defa kestane toplayacağım.
Bizi Ayaklıoluk’a götürecek kişinin işi çıkıyor. Ancak artık eski bir elmayı erteyecek gücüm yok, “biz gitsek mi” diyorum Filiz’e. Bu ilk deneyişimiz olmayacağı için sesim biraz çekingen çıkıyor olmalı. Hemen atlıyor Filiz;
– Valla gidelim. Buluruz ya, buluruz.
– Bence de. Olmadı, birine sorarız.
Burada doğan, burada yaşayan erinmeyip üşenmeyip her bir kuytuya, pınara, kayaya, düze, yokuşa, dönüşe, niye isim vermiş? Haritalar, sınırlara, coğrafi şekillere, nüfusa, şehirlere bakıyor bir tek. Ne hafızaya, ne ruha başvurmayı biliyor. Oysa tabelaların işaret etmediği Ayaklıoluk’da bir çeşme, bir erik, bir elma, alıçlar ve bir düz var. Bu düzde güneş ışıkları eğleniyor. Başı göğe yakın karaçamlar, eteklerinde eğrelti otları ve yay gibi uzanan yapraklı başlarının koruduğu çiğdemler var.
Henüz kestanelere göz ucuyla bakıyoruz, onlar dönüşün işi. Elmayı bulalım da.
Neyse ki pınarların beslediği dağda kestaneler yetişiyor. Neyse ki satmak için olsun, yemek için olsun insanlar sabahın ilk ışıklarıyla dağa çıkıp kestane topluyor.
Oraya, buraya sapan toprak yolların bolluğundan kafamız karışınca sırığını kapıp yola düşmüş bir kestaneciyi durdurarak tarif alıyoruz. Ayaklıoluk’u elimizle koymuşuz gibi bulacağımız bir tarif olduğundan eminiz. Yalnızca orayı Filiz’in henüz bir kez gördüğünü ama unutamadığını söylemedik. Yolun kenarında ayaklarımızın önüne serilecek bir Ayaklıoluk beklerken, bulamıyoruz. Filiz’in sezgisiyle, biraz da “yine bulamayacağız galiba” duygusuyla gerisin geri dönmüşken bir çoban yolunda durup soluklanmak istiyoruz. Belki biraz yürümek, belki başka bir şeyle karşılaşmak için. Belki de elma bizi çağırdığı için, kim bilir. O patika Ayaklıoluk’a çıkıyor.
Uzaktan bir düzün ortasında elma zannettiğim eriği görür görmez “Filiz bulduk, burası” diye bağırıyorum. Ne güzel anlatmış Filiz gördüğünü. Bu açıklığı, karaçamın geçit vermez gölgelerinin ortasındaki ışığı, aralığı, çatlağı. Suyu için de “çıtır çıtır” demişti. Ve ellerim çıtır çıtır suyun içinde.
Karaçamın gölgesi kızılçamdan koyu ve gövdesi daha dalsız, budaksız. Çamlarla dolu çok sık bir ormandan geçerken küçücük bir açıklıktaki geniş yapraklı ağaçlar ışığı öyle delicesine yansıtıyor ki, belki arkamda kalan gölgenin koyuluğundan yaprakları öylesine parlıyor ki adımların bu ışığa yönelmemesi imkansız. Tıpkı ağaçlar, otlar gibiyiz; ışığa çekiliyoruz, ışığı arıyoruz. Bir çocuk vardı, çok uzakta şimdi. 6 yaşındayken kendi uydurduğu bir masalı yazıp vermişti bana; “Güneş Kız’ın Masalı”
“Güneş Kız, giderken* güneşi görür. Annesini çağırır. Annesi de, çok güzel der. Güneş Kız da, evet anne çok güzel der. Annesi de artık kızı güneşi sevdiği için yüksek eve taşınılır ve kızı güneşe bakar. Masal bu.”
Apartmanlarla çevrili bir apartmanın giriş katındaydı evi ve belli ki güneşi çok özlemişti. İşte o açıklıkta gördüğüm güneş ışığı, tıpkı Güneş Kız’ın Masalı’ndaki güneşin ışığı kadar parlaktı.
* Sanırım “batarken” demek istiyordu.