Bütün bekçiler kötü değil ki? – 8 Eylül 2019
Kirazlı-Balaban “Su ve Vicdan Nöbeti” alanındayız. Bir kadın, çocuklarla “Hoplayalım, zıplayalım, daldan elma toplayalım” oyunu oynuyor. Bu oyunu bilir misiniz? Bekçi baba geliyor, dendiğinde toplama işi biter, yüzler gizlenir. Ebe, kımıldayanı yakalamak üzere oyuncular arasında dolanır. Oyunun döndüğü alanın hemen arkasında şimdilik faaliyetleri durdurulmuş olduğu için kesimden kurtulan bir orman duruyor. Duruyor dediğime bakmayın tabii. Orman durur mu, esiyor, gürlüyor, tohumlarını saçıyor bu mevsimde. Eğer kıyım yeniden başlarsa tıraşlanıp indirilecek bir orman bu. Ormanın bir yarısı kereste depolarına istiflenmiştir. Kalanlar ne anlatıyordur birbirine?
Görülmüyor ama tepenin tepesi çıplak. Oraya doğru bakınca, tam daldan bir yemiş koparacakken neyin bekçisi olduğu pek belli bir baba gelir ve ağaçları yok eder’e dönüşüyor oyun. Kafamı tekrar kadınla çocuklara çeviriyorum. Çünkü sırf yok etmek yok. Nöbet sürüyor, burada bekleşen, var eden canlar var. Bütün bekçiler kötü değil ki.
Her gün nöbet alanından maden sahasına çıkıyorlar. Türküler, sloganlarla. Birazcık oyalanıp alana yürümeye başlayan grubu kaçırınca yanlış yola saptığım için sahayı göremedim. Kesim sahasına varan başka yollarda yürüyüp ormanın nasıl süpürüldüğünü gördüm ama. Kiri pası süpürür gibi iteleye iteleye yarılan toprağın ağaçların üzerine bırakıldığı yetmemiş, bir de yolun başına hafriyat dökülmüş, arabalar geçemesin, insanlar yılıp dönsün diye. Kimse yılmamış, yığını tepeleyen ilk kişi ben değildim, son kişi de olmayacağım.
Binbir adlı tek bir dağ – 23 Ağustos 2019
Ak Andız otu (Inula heterolepis), Akdeniz, Ege ve Marmara’da, 0-1500 rakımları arasında yetişiyor. Kaya andızı olarak da bilinen bitkinin yapraklı dalları infüzyon halinde iştah açıcı olarak ve hemoroide karşı, toprak üstü kısımlarından hazırlanan dekoksiyon ise soğuk algınlığı, bronşit ve mide rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılmakta.*
Ak Andız otu baharda yapraklarını, yazın çiçeklerini açar, kaya renginde yapraklarına bir sarı ekler. Bırakmazlar tek bildiğimiz bu olsun. Kaz Dağları’nda çadırlı nöbet dağılsın denilmiş, çadırda bekleşen kimi canlar da dağın bekçisi olmaya devam edeceğini beyan etmiş, gelebilene, destek olabilene el ediyorlar. Selam olsun onlara. Binbir adlı tek bir dağın bekçisiyiz.
Hazinemiz topraktır – 15 Ağustos 2019
Kömürler, milyonlarca yıl önce dünyayı kaplayan ilk ormanların kalıntılarıdır. Garip ve toplu bir yokoluş hikayesinin fosilleri. 380 milyon yıl önce bitkiler karaya çıkar çıkmaz, öyle çabuk yayılırlar ki havadaki karbondioksitin sürekli düşüşü, dünyanın bir buzul çağına girmesiyle ve bu da bitki ve hayvan türlerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Hemen arkalarından gelen yeni ormanlar bünyelerini koruyacak ve bitki içerisindeki su aktarımını kolaylaştıracak lignini yani ağaç kabuklarını oluşturur ve bu sayede sulak yaşam alanlarından uzaklaşmaya, alabildiğine uzamaya başlarlar. Ağaç kabuklarını yiyebilecek organizmalar henüz gelişmediği için de ölen ağaçların arkasında bıraktığı kabuklar fosilleşip kömürleri meydana getirir. Bitkilerin ağaç kabuklarını oluşturabilmeleri için bu yokoluş gerekliydi belki de. Ancak burada da bitmez hikaye başka yokoluşlar birbirini izler. Milyon yılları kaplayan ve bir denge tutturana kadar yokoluşlarla nihayetlenen bir birlikte yaşamayı öğrenme süreci.
Dünya ağaç kabuklarını öğüterek onları toprağa dönüştüren organizmaları da varetti, canlılar birlikte yaşamayı da öğrendi ve hâlâ da öğreniyor. Plastik yiyen mantarları başka türlü nasıl açıklarız? Elbette dünya fokur fokur kaynıyor, sarsılıyor bir yandan, sonra evren var koooooocaman, yanımızdan geçiveren göktaşları. Bu denge bir pamuk ipliğine bağlıyken bu ipe kıymet vermeyenlere ne demeli? Eski ormanları, yıldız tozlarını mezarlarından çıkaranlar için bu ilişkileri anlamaya çalışmanın bir önemi yok. Önemi olan tek bir şey var o da kendi gerçekleri. Hikayeler, ilişkiler bir kenara daha Soma faciasının üzerinden kaç gün geçti ki? Toprağıyla geçinen insanların silah zoruyla, açılan ilk madenlerde çalışmaya alıştırıldığını unuttuk mu? Agonya’ya kömür madeni kurulması tıpkı diğer maden alanlarında olduğu gibi insandan insana, insandan doğaya kurulan bütün ilişkileri değiştirecek. İnsanları topraktan geçinemeyecek hale getirip madenlerde çalışmaya mecbur edecek. Madenlerin nasıl “kader” haline getirildiğini görüyoruz ve kabullenmeyeceğiz. Kömüre ihtiyacımız yok, hazinemiz topraktır.
Ölümsüzlük otu – 13 Ağustos 2019
Tohum odası karanlık ama tohum ayıklama mesaisine devam ediyorum. Bir yandan tohum atlıyor, bir yandan da paylaşacağım tohumların listesini çıkarıyorum. Endemik bitkileri paylaşacak mıyım, paylaşmayacak mıyım, madenler, devam eden su ve vicdan nöbeti sorular, cevaplar, yanlış cevaplar, arayışlar, bulamayışlar başımda dönüyor. Sonra bir tohum kesesinin içinden böcek çıkıyor, yavaş yavaş yürümeye başlıyor, beynimden de sorular çıkıp yürümeye başlıyor.
Neden yaban tohumları?
- Dünyayı, yok oluşlara alışkın, varoluşlarda usta yaban bitkileri kurtaracak.
- Onlar bir standarda uymayan, meyvesi bile aynı zamanda olgunlaşmayan, çiçeğini bile aynı zamanda açmayan.
- Soframız gitgide yoksullaşıyor, oysa otlarla, yemişlerle çocuklar büyüyebilir.
- Yaşadıkları coğrafyanın yerlileri onlar. Kendi hâline bırakılmış her alanda bakımsız büyüyeni.
- Her biri birbiriyle nasıl ilişki kuracağını bilen, birbirini tanıyan bir topluluğun parçası.
- Eğer bahçenin bir parçası olmazlarsa savaşın bir parçası olacaklar.
Mazoyer ve Roudart, FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) yıllığına dayanarak bazı rakamlar verir; yem ve ilaç olarak kullanılanları bir kenara bırakırsak yaklaşık 80 tane bitkinin kültür bitkisi olarak yetiştirildiğini söylerler. Bu bitkiler istatistiği yapılan ve geniş ekim sahalarına sahip olabilenlerdir. Hemen arkasından da şimdiye kadar saptanabilmiş 500.000 yabani bitki olduğunu, Aborjinlerin veya Afrikalıların ise yaklaşık 1000 kadar yabani yemişi toplayabilme bilgisine sahip olduğunu belirtirler.* Diğer rakamlar değişmiştir ama Aborjinlerin ve Afrikalıların yaklaşık 1.000 yabani yemişi toplama bilgisine sahip olmasının ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu ayda ortalama 80 farklı çeşit bitki yiyebildikleri anlamına geliyor. Bırakalım tabağımızı bizim tüm soframız 80 kültür bitkisinden oluşuyor. Kabaca aya bölsek, en şanslımız ayda 6 çeşit farklı bitki yiyebiliyor, demektir bu. Oranlar elbette yanlış, mevsimine göre bu sayı azalıp çoğalıyordur ama yine de yerlilerin toplayabildiği yemiş sayısının yanında soframız ne kadar gülünç değil mi? 80’den 1.000’e tam 920 kulaç var. O boşluğu da hastaneler ve ilaçlar dolduruyor. Buna rağmen ormanlarımızı, topraklarımızı, nehirlerimizi yitirmek öğrenilmiş bir sessizlik ve kabullenişle karşılanabiliyor.
İnsana öğrendiklerini unutturan bir bitki var mı? Belki de ölümsüzlük otudur bu, hikâyesi hep anlatılan. Ormanda öğrendiklerimizi unutturan bir şey var, insan burada kavrar bir başın ve sonun olmadığını.
* Dünya Tarım Tarihi Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki Krize, Marcel Mazoyer, Laurence Roudart, Epos Yayınları, 2010
Deruna – 6 Ağustos 2019
Uzaklara bakmamıza gerek yok. Her yer “pazar” içinde. Her nehir, her dağ, her orman, talanın, rantın konusu, malzemesi bugün. Buraya yerleşmeden önce geçtiğim her patikada izlerini gördüm. Bir dağın başında rüzgar ölçüm istasyonları, öbürünün sapağında bir HES tabelası, diğerinde bir siyanür havuzu, berikinde ölçüm yapmaya gelen mühendisler; dolanıp karar verecekler bir dağın yüzünü hangi cevher için oyacaklarına. Öte yandan “cevher” öz de demek. Bir şeyin özü, ruhu, hülasası. Altını ele alalım; bir atom çekirdeği yoğunluğundaki iki nötron yıldızının çarpışarak birleşmesinin, enerji patlamasıyla sonuçlandığı, bunun da altın gibi yoğun metallerin oluşumu için uygun koşulları yarattığı düşünülüyor. Dünyadan sökmeye çalıştığımız özünün, derununun bir parçası yani. 2009 verilerine göre 161 bin ton sökülmüş. Altüst etmek böyle bir şey olsa gerek.
Gördüğümüz, ilişki kurduğumuz her varlıkla bağ kurarız. Kaz Dağları’nın benim için tek farkı bu. Ormanları kesildikçe, yüzleri oyuldukça, bağırlarında yara açıldıkça bağım kopuyor. Salda’yı, Cerrattepe’yi, Hasankeyf’i, Munzur’u görmediğim için hayıflanıyorum. Ama bu demek değil ki onlarla bağım yok. Görünmeyen, henüz takdir edilmemiş bağlar da var, bizi ötelere bağlayan. Taaa Amazon’lara kadar, kutuplara kadar. Bu bağlar var varolmasına ama kiminde kurulmuyor. Hani kurmalı oyuncaklar vardı eskiden, ona benzeteyim bu hissi. Bir anahtar var, o mu eksik kiminde veya bozuk mu, bilmiyorum. Kıymeti bilinmeden kalıyor bu bağlar, kokuşup, çürüyor, yok oluyor. Zalimleşmek bu bağlardan yoksun, yoksul olmak demek. Bir de zalimleşmeyen ama bağları koptukça kaybolanlar var. Bizim yerimiz sanırım orası. Bağlarımız koptukça başı kesilen tavuklar gibi ne yöne gideceğimizi, neyi kaybettiğimizi bilmeden ölene kadar dolanıp duruyoruz.
Belki de bu yüzden bitkilerin, havyanların, taşların bile envanterini tutuyorum. Envanter soğuk kelime ama ısıtıp kullanıyorum onu. Hani olur da kaybolursam, bağlarımı, neyi kaybettiğimi hiç unutmayayım diye. Biliyorsunuz bu bağları hepten koparıp atacak bir nükleer santral inşa ediliyor az ötemizde, Akkuyu’da. Ola ki bir nükleer kaza olursa devlet raporlarının “gerekli” gördüğü 80 kilometrelik alanda tarım yapılamaz çemberinin sınırları içinde yuvamız. Dünyada sadece Antalya, Isparta, İçel ve Karaman’da yetişen Çalba’nın yuvası da öyle. (Phlomis leucophracta). Bir baksanıza şu deruna, insan yerinden etmeyi nasıl düşünür, zalim olmasa?
Ormanlar dağların onurudur – 5 Ağustos 2019 gecesi
Daha ne olduğunu anlamadan, içime soluğunu yeni çekmişken, ormanımı kaybettim. Ağaçların nasıl birer birer kesildiğini, çatırdağını, çöktüğünü dinledim her sabah. Altın için değildi, kömür için değildi, HES, RES, JES için de değildi. Kereste içindi. Kuşların, sincapların, tilkilerin, domuzların, tavşanların nasıl uzaklaştıklarını gördüm. Gözleri bende kaldı. Bu ormanda ne biter diye bakmadılar, ağaçlar büyüyebilir mi umursamadılar. Örnek olsun diye 10 dönümde bir bıraktıkları ağaçlar ormanından olunca, çıkan rüzgarda, bir günde yıkılıverdi. Bir orman kesilince neler olur, neler eksilir, kim yoksunlaşır, tek tek belledim. 4 sene sonra bugün kuşlar yeniden gelmeye başladı genç ormana, yavaşçacık, ürkek ürkek. Bu orman büyüyebilecek mi? Yakın kardeşlerini, uzak kardeşlerini dünyanın ormanlarını feda etmemeyi becerebilirsek, ancak o zaman. Ormanlar dağların onurudur, içine girmeden duyulmayan, görülmeyen, bilinmeyen.
Bugün Kirazlı’da su ve vicdan nöbetindeki insanlar sayesinde dağlar yürüdü. Ayı adımlarıyla, kurt ulumalarıyla, kuş şakımalarıyla, zalimleri kaçırana kadar orada, burada, her yerde nöbetteyiz.
Biz uçarız, kuşlarla birlikte – 5 Ağustos 2019 sabahı
Bugün Kazdağı, yarın Salda, sonraki gün Şirince. Ve Cerrattepe, Hasankeyf, Alakır, Munzur, Mersin, Sinop, Kuzey Ormanları. Bir sınır yok, sınırları yok.
Şu tişörtümüzü, çarşafımızı, şapkamızı, masallarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi süsleyen, rüyalarımıza giren, ağaçların, hayvanların evi orman. İnsanın da evi. Deyişlerimiz, türkülerimiz, sözlerimiz onların üzerine kurulu. Hayvanın, ağacın, toprağın, havanın dilimize uğramadığı birgün bile geçiremeyiz, denesek. Ya rüyalarımızda dönüştüğümüz hayvanlar ve rüyalarımıza girenler; kuş, balık, kurt, yılan, tilki, ayı ve daha nicesi. Kanatlarımız yokken uçmak gibisi var mı kuşlar gibi. Doğduğumuzdan beri beton bir binada, asfaltın üzerinde yaşıyor olsak dahi rüyalarımızda uçarız. Ne demek olduğunu anlamasak da olur, takdir etsek yeter. Kuş dahildir bize, biz de ona. Ne belli bir kuşun rüyasında yürüdüğünü görmediği? Bir insanı, bir insanın sözünü kuştan, böcekten, ağaçtan, kurttan, tilkiden, ayıdan, sincaptan, çakaldan, karacadan, domuzdan, gelincikten, vaşaktan, porsuktan, ormandan ayırırsan geriye kupkuru bir şey kalır, insan kalmaz geriye, hikaye kalmaz, hayat kalmaz.
Laboratuvara çevirdikleri bir dünyada, her an bizi insanlıktan çıkarıyorlar, sebat ettikleri bu. Ormanlar, ağaçlar, hayvanlar, nehirler olmasa da yaşanır diyorlar, yaşayın diyorlar. Girin sizin için yaptığımız sığınaklara, nefes almadan, rüya görmeden, bir ağaca sarılmadan, toprağa basmadan ölün diyorlar. Ağaçları geometrik şekillerde buduyorlar, köklerine beton döküyorlar, kuşlar konmasın diye kesiyorlar, toprağı asfaltla kapatıyorlar. Yaşayan ne varsa, ne varsa, ne varsa, öldürüyorlar. Dünya onlar için bir inşaat alanı, bir beton yığını, parlak, metal bir iskelet.
Biz uçarız, kuşlarla birlikte. Kuşlar da ayaklarımızla yürür. Hep böyleydi ve bu hikayeyi anlatmaya devam edeceğiz.
Ben bir dağın ağacıyım – 17 Temmuz 2019
Dağlar efendilerin değil – 19 Haziran 2019
Kaz Dağları, yabanla tanıştığım yerdir benim. Adını bile içim titreyerek söylerim. İnsan dünyası dışına, her ayrıntısını hatırladığım ilk çıkışım, taşın taşlığına, çiçeğin çiçekliğine, ağacın ağaçlığına ilk hayret edişim. Bu hayrette kendimi buluşum. Ana yol tabelalarını izlemeyi bırakıp davetkâr patikalara ilk dalışım. Her gördüğümle gözlerimin parlaması, sonra bu parlamanın bakmak için dahi kıyamama haline dönüşmesi. Sürekli bir şükür duygusu, iyi ki varsın, iyi ki gördüm seni, ağacını, otunu, hayvanını, bulutunu, göğünü, suyunu. Gördüm de, uzaklaşamayıp hayalinden, kardeş dağlarına ocak kurdum.
İçimde büyüyen dağlardır, Kaz Dağları. Çağıran, gel diyen sesi hiç dinmez. Gidemiyorum ama ruhumda işte. Varlığına seviniyorum, anısına sarılıyorum, öpüp, koklayıp baş ucuma koyuyorum her aklıma estiğinde. Ki çok sık esiyor bu aralar. Çünkü Kaz Dağları’nda maden talanı var, efendiler girmiş, kalkınma, ilerleme masallarıyla, kıymetinden sual olunmazın canına kastediyor, ettikleri azmış gibi.
Kalkınma, ilerleme de işin boyası zaten. Kalkınan, ilerleyen tek bir şey var, o da onun bunun cebi. Hem sor bakalım, “kalkınacak” dahi olsam ruhuma gıdasını salmış bir dağı satar mıyım? Geç der miyim, o bakmaya kıyamadığım yüzünü dümdüz edecek metal canavarlarınıza? Dağına, suyuna, toprağına, para kadar kıymet vermeyenden medet umar mıyım hiç? Bir çiçek dururken tamah eder miyim altına? Dağlar efendilerin değil, ruhunda büyütenin, deresine dalanın, yağmurunda ıslananın, yemişini yiyenin, ağacını sulayanın, sincabına göz kırpanın, hayaline ocak kuranındır.