kimi tohumlar

Jakaranda
Baharda Adana’da her yeri önce maviye çalan moruyla jakaranda çiçekleri doldurur ancak orada yaşarken hatta jakaranda meyvesiyle yapılmış bir kolyeyi senelerce boynumda taşırken bunu bilmiyordum. Sevmiş almıştım. Yeni yetme bir gençtim, gözüm farklı, alışılmadık ne varsa onu arıyor, buluyor, etrafında dört dönüyordu. Belki jakarandalar bu kadar büyük ve görkemli değildi. Belki de görkemli de olsalar bakmayacaktım çünkü bakmayı öğrenmemiştim. Kalbim başka sokaklarda geziniyordu. Keşfetmenin, büyülenmenin ama bunlardan öğrenmeyip büyüklenmenin derdindeydi. Bildiğini, anladığını, çözdüğünü zannetmek çok yapışkan bir his. Hamlık uzunca bir süre peşinden geliyor insanın, takriben ölene kadar. Her gün birşey daha bilmediğimi öğreniyorum. Sonunda, yavaş yavaş da olsa bütün bildiklerim arkada kalacak.

Adana’nın merkezi semtlerinden birinde bir kadın takı yapıp küçücük tezgahında satıyordu. Bir kadın sokakta takı satabiliyordu demek. Yıllar sonra Ortaköy’de takı tezgahım olduğunda onu hep andım. Takılar ne güzeldi, kadın ne güzeldi. Sonra tanışıp birlikte zaman da geçirdik ama şimdi nerededir bilmiyorum, yaşıyor mudur, adı neydi? Hafızasında bana yer ayırması için hiçbir sebep yoktu ama benim hafızamda hem bu kolyeye hem de kadına yer var. Baharda yolum Akdeniz’e düşmüşse veya bir kolyeyi çok sevdiğimde büyüyen, kendini hatırlatan bir yer.

Bu defa bol bol topladım. Artık biliyorum meyvelerin sahibini.

Gladiçya
Metrelerce büyüyen ve etrafında ona tırmanacak bir hayvan da olmayan ağaçların gövdesi neden bunca dikenli olur? Bir ağaç bir kerede yutulamayacak, çiğnenemeyecek kadar büyük tohumları neden yapar?

Antep Botanik Parkı’nın girişinde rastladığım gladiçyaların, dikenlerini; dev hayvanların yaşadığı çok eski zamanlarda kendini mastodonlardan ve tembel hayvanlardan korumak için geliştirdiği düşünülüyor. Zaten gladiçya da bize orta kuzey Amerika’dan buyur etmiş. Ulaşabildiğim kimi belgelerde Cumhuriyet’le birlikte ekimine başlanmış görünüyor. Örneğin Hüseyin Atmaca, Bir Köy Çocuğunun Serüveni; Köy Enstitüsünden Parlamentoya adlı kitabında şöyle anlatıyor; (Köy enstitülerinde) Ege’nin Anadolu’nun unutulmaya başlayan bütün milli oyunları yaşatılmaya başlanmıştı. Halaylar, harmandalı, bengi, arpazlı, sepetçioğlu, Aydın, Tavas zeybekleri tüm öğrencilerin katılımı ile okul meydanındaki şimşir ve gladiçya çitinin çevrelediği daire etrafında oynanırdı.” Keza 1928’de kurulan Türkiye Ağaç Cemiyeti’nin reisi İzmir Mebusu Rahmi Bey, cemiyetin 1932 yılı faaliyetleri hakkında verdiği demeçte 8000 gladiçya dikildiğini söylüyor.

Gladiçyanın dikenleri dev hayvanların ulaşabileceği en alt sınırdan başlayıp en üst sınıra kadar uzanıyor. Artık dünya bahçesinde gezinmiyorlar ama onların hatırası, izi, hayaleti bizimle yaşıyor. Tanıyor olabileceğiniz birçok bitki için bu teori geçerli; örneğin avokadolar, keçi boynuzları, hatta alıçlar için bile. Alıçlar uzun, geniş aralıklı, yeterince yoğun olmayan dikenlerini şimdiki otçullardan çok yine dev tembel hayvanlar ve mastodonlardan korunmak için geliştirmiş.

Toprak iyileştirmek için kullanılan, soğuğa, sıcağa, kuraklığa tahammülü bol olan gladiçyalar doğal yayılma alanlarında tohum dağıtıcıları kalmayınca artık sadece su kenarlarına yerleşiyormuş. Orman dev hayvanları hâlâ koynunda taşırken, su koplayıp çoğaltıyor.

Her yerde yetişebilmesine rağmen bitek toprağı bulduğunda yerel bitkilerin yerini alabileceği için eğer bahçenize ekmeyi düşünürseniz en iyisi meyvelerini değerlendirmenin bir yolunu bulmak.

Önceki seneden döktüğü meyvelerin olancası yerde duruyordu. Tohumları saran kılıf tıpkı keçi boynuzu gibi kokuyor; bal… Bir mastodonun onları midesine indirdiğini hayal ediyorum.

Yukarıya kaydır