Rüyamda kocaman bir Toros kertenkelesiyle arkadaşlık ettiğimi gördüm. Bir şeyden korumak için kucağımda taşıyorum onu ama çok ağır. Derisine dokunmanın verdiği his hâlâ ellerimde. Dokundukça benim derim de değişiyor, çatlayıp görkemli çıkıntılar ediniyor. Sürekli homurdandığı için taşımaktan hoşnut değilim öte yandan ama anlayamadığım bir sebeple git de demiyorum. Ne zaman göz göze gelsek kafes gibi hissediyorum kendimi. Sonunda o kadar büyüyor o kadar büyüyor ki çatıyı kuyruğuyla kırıyor. O anda anlıyorum evin bir kapısı olmadığını. Sırtına tırmanıp dışarıya atlıyorum. Çatıdaki delikten fırlamış mavi sırtını ve kuyruğunu görüyorum sadece. Üzerimizde bulutlar toplanıyor ve saniyeler içinde kara gömülüyoruz. Artık sırtı, zirvesi kar tutmuş bir dağa benziyor.
Akdeniz’deyiz ama 900 rakımdayız. Bugüne kadar az veya çok ya yılbaşını kar yağışıyla karşıladık ya da çenemizi titreten soğuklardan bir iki gün sonra yeni yıla karla başladık. Kimi 2 gün sonra eridi, kimi iki hafta kaldı. Kar bu coğrafya için o kadar önemli ki, sınırları içinde yaşadığımız köyün yerlilerine “kar toplayan köylüler” denirmiş bir vakitler. Su şebekesi olmayınca insanlar yağmurla yetinmemiş karı da biriktirmiş sarnıçlarında, yıllarca. Ahmet abi yılların deneyimi ve bilgisiyle bekliyordu karı. Yanan ateş gümüşleniyor muydu bilinmez ama bazen beklemek gümüşlenmeyen ateşi bile gümüşlendirir.
Uyandığımda yağmış karların anısı bile eriyor sıcaktan. Kertenkelenin sırtı çırılçıplak.