Yaban domuzlarından çok korkan bir çocuk varmış. Ha bire teyzesine sorup dururmuş;
– Teyze, yaban domuzları bizi yer mi?
– Dişleri çok mu uzun?
– Görürsek kaçabilir miyiz?
Sonra yaban domuzu korkusunun yerini ayı korkusu almış. Çocuk ya, hâlâ ormanını içinde taşıyor. Korku da bu ormandaki çoooook eski karşılaşmaların anısıymış belki de.
Oysa ayılar sadece geniş yapraklı ormanlarda yaşar. Bir zamanlar Akdeniz’de de, hatta dünyanın her yerinde, şimdiki şehirlerin, fabrikaların, otoyolların yerinde ormanlar varmış. Denir ki yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar bir sincap hiç ağaçtan inmeden yolculuk edebilirmiş. İnsanın bir gününü binlerce hayvanın yabanıl şarkısı ve hışıldayan ağaçların gürlemesi dolduruyormuş. Güneşin ancak zorlanarak ışıklarını gönderebildiği karanlık ormanda dolaşanlar öyle heyecanlı, kokulu, alacalı olmalı ki. Oysa ormanlar kayboldu, kayboluyor, geride ilaçlarla tedavi edilemeyen boşluklar bırakarak.
Sonra hayvanları insanlardan kurtarmayı dilemiş bu çocuk.
– Hadi teyze, yunusları kurtarmaya gidelim. Japonya çok mu uzak?
Bunların hepsi zamanla geçmiş, unutulmuş, ehlileşip, insanın her şeyin merkezinde durduğu bir dünyaya gömülmüş. Sayılar, işlemler ve kelimeler her yerini dolduruyormuş. İçinde ormana yer kalmamış. Bu çocuk için günün hayvanı.
– Sesini duymakta zorlanıyor olabilirsin ama dikkatlice dinlersen, yabancısı olmadan önce merakla, korkuyla rüyalarına davet ettiğin orman hâlâ orada duruyor. Ama şu ruhuna da dolan eşyalardan kurtulman gerek önce, bent gibiler.