Geçtiğimiz kasım başında Yazı Yaban 5. yılını devirdi. Bundan sonrası için ne yapabileceğini düşünüyor ama düşündüklerini anlatmayacak çünkü yapamayabileceği sözler etmek istemiyor. Belki de bitkilerin önünde çömelmeye devam etmek için her yolu yoklamakla geçecek yine günler.
5 senedir en az bu sene yazdım. Yazı pratiğine geri dönmeye çalışıyorum. Bunun için kendime yöntemler uyduruyorum. Yürüyüşlerden üzerine düşünebileceğim bir şeyle dönmek veya telimi titreten ne? Elbette çok bol. Dün mesela bir böğürtlen ve eğrelti otu topluluğunun arasında onlarca naylon çöp vardı ve artık naylonların da kadraja girmesi gerektiğini düşündüm. Çakır dikenine ilişmiş bir poşetle başladım da zaten. Ama böyle olunca tesadüfen görüntüye girmiş bir poşeti göstermişim gibi oluyor. Burada naylon bir kural oysa. Eğer naylonun olmadığı bir fotoğraf çekmek istiyorsanız özel olarak böyle bir yeri aramalısınız.
Aramayacağım.
Bildiğim köylere göre yeterince büyük olsa da her köy gibi insanlarının, bitkilerinin, tohumlarının, hayvanlarının yarıdan fazlasını kaybetmiş bir köydeyiz.
Artık hiçbir bitki yalnız görünmüyor gözüme; böğürtlenin dikeni salmıyor poşeti, eğrelti ne nemden ne de gölgeden vazgeçemediği için sığınacak birilerini arıyor, sarı babuçça ladenlerle birlikte çamların altında. Maydanozgiller, Ballıbabagiller, Hodangiller, Baklagiller, Turpgiller, Karanfilgiller, Papatyagiller gibi geniş aileleri veya daha çok tanınan Kuşkonmazgiller, Nergisgiller yakın görünüyor.
Hem yürümeyi kendime iş edindiğimden hem de iki dağın eteğinde bulunduğum/bulunacağım için coğrafyanın ne demek olduğunu biraz daha kavradım. Kat ettiğim kıl inceliğinde bir yol.
Bir bitkiye nasıl bakacağımı, hangi hallere bürünebileceklerini öğrendim. Tanış olduğum bitkileri sonbaharda veya ilkbaharda açtıkları yeni/ilk yapraklarından, yaz sonu tohumlardan, tüm o görkemleri geçtikten sonra kuruyan iskeletlerinden tanımak mantar bulmuş kadar sevindiriyor beni. Bir süredir paylaştığım kızılbacak, kurt kuyruğu veya çakır dikeni gibi.
Bir boyacı papatyası/sarı babuçça (Cota tinctoria) yolda gibi görünüyor. (Yazın çiçekli halinden, yeni yapraklara.)
Yapraklarıyla beraber üst üste binen kiremit şeklindeki çanak yaprak dizileri (filari), iç filarilerin kahverengi kenarlı ve tepede kirpikli oluşu, genel görüntüsü/dallanması/dal başına çiçek sayısı, kokusu kim olduğunu ele veriyor. En iyisi tohumunu görmek olurdu. Tür adı olan “tinctoria” ne çok bitkiyle ortak. Çünkü bu ad, bitkilerin boya bitkisi olarak kullandığı anlamına geliyor. Bir çalışmada mordansız sarı olan renklerinin mordanın özelliğine göre yünde sarı, zeytin yeşili veya açık sarı olabileceği söyleniyor. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/753868)
Bitkileri yaşatmayı da öğrendim. Kimini çelikten, eğer topluluklarına zarar vermeyecekse fideden ve tohumdan çoğaltabiliyor ve doğal yayılış göstermedikleri coğrafyalarda da var olabileceklerini görüyorum. Sonuçta birçok endemik bitki henüz yayılışının sınırlarına ulaşmadığı, gidebileceği her yere gidemediği için endemik. Bugün yarın şu dağı aşabilir. Bu bitkiler yabani olduğu ve genellikle bahçemizde onlara yer açmayı düşünmediğimiz için ekme deneyimim daha da değerli görünüyor gözüme.
Som nevruz otuna (Linaria genistifolia) bak. Kendi etrafında onlarca küçük fidesi oluyor. Neyin arı bitkisi olduğu o kadar tartışmalı ki, bana bunu öğreten bitkilerden biri. Çünkü ben ona arı bitkisi demiştim. Öylesine başına üşüşmüştü ki arılar. Oysa bitkinin bulunduğu dar vadide arıların ziyaret edebileceği kaç bitki olduğu, her birinin başında kaç arı olduğu görülmeden bunu nasıl söyleyebiliriz ki? Arı nereliyse, hangi vadinin bahçıvanıysa, orada hangi güller yaşıyorsa… Som nevruz otu çorağın gülüydü belki.
Onlardan birini Doğu Akdeniz’deki bahçemize taşımıştım. Büyüdü, yaşadı. Bir yavruyu da buraya getirdim, ektim. Cinsin revizyonunu yapan hocalarımız, farklı özellikler gösterdiği için bitkiyi görmek istediler. Doğu Akdeniz’de tarif ettiğim yerde bulamayınca tohum ve yaprak örnekleri buradan gitti. Bir dere yatağındaydı evi. Bahçeye buyur etmemin sebeplerinden biri de orada çok tutunamayacağı gerçeğiydi. Taşkın olsa sürüklenip kim bilir soluğu nerede alacaktı. Gerçi tohumları akıntıya bırakmak da hiç fena fikir değil, ya bir kıyıya tutunursa. Sonuçta bir taşkın getirmiş olmalıydı onu da bu kuru dere yatağına.
Genellikle bitki örnekleri, hocalarımız tarafından bitkinin yeni bir tür olma ihtimali varsa isteniyor. Tam olarak kim olduğu revizyon çalışmasıyla netleşecek ama büyük ihtimalle endemik alt türlerinden birine bakıyoruz. Anlayacağınız yeni bir tür değildi. Bitkilerin yok olma hızı muhtemelen yeni bir tür bulma hızımızdan fazla. Doğrusu tek ilgilendiğim onları yaşatmanın birkaç yolunu öğrenmek. Som nevruz otu burayı tohum verecek kadar sevdi.
Güney Marmara’ya taşıdığım başka bazı bitkiler;
Bir bahçeyi tanımayı ve döngülerini öğrendim. İçinde yaşayan bitkiler, mantarlar, hayvanlar, taşlar, kayalar ve izleriyle. Tüm bunlar bir şeylerin değiştiğinin göstergesidir ve umut ettiklerim de bunlardı. Neden yazmak yeterli olmasın?
Geçenlerde şu podcast kanalında edilen kimi sözlerden haberdar oldum; https://www.instagram.com/p/Cz0KK0iK_x0/
“…boş zaman uğraşı veya hobi olan şeyler performansa veya işe dönüşmüş durumda. Suluboya yapmaya başlamak yeterli değil. Suluboya yapmam lazım. Böylece onları Etsy’de satabilirim. Bahçeyle uğraşmaya başlamak yeterli değil. Reddit’e girip forumlarda insanların ne söylediğini veya yorum yaptığını anlayabilmem için bahçeye ihtiyacım var. Bence bunun büyük bir dezavantajı, keşfetmeyi ve merakı işe/performansa dönüştürmüş olması.” (Programın tamamı için; https://www.youtube.com/watch?v=L_DrXovPT6A)
Para kazanmak zorunda olduğu bir işi yapanlar için sevilen bir uğraş/hobi, yani merakla ve keşifle ilgili şey performansa, dolayısıyla işe dönüşmek zorunda kalıyor oysa. Bu kişiler meraklarının ve keşif duygularının körelmesine razı olur ya da bu duygularına en az zarar verecek yöntemlerle bir iş fikri bulmaya koyuluyorlar. Büyük olasılıkla da zarar seviyesi giderek artıyor. Eğer yapmak zorundaysanız işinizi sevemezsiniz. Bu konuda neden birbirimize yalanlar söyleyip duruyoruz. Yapmak zorunda olmadığı için işini sevebilen küçük bir topluluğun düşüncesi nasıl hepimizin deneyimini tarif eder hale geliyor?
Birçoğumuz gerçekten yapmak zorunda kaldığı işleri/yüzleştiğimiz çalışma biçimlerini sosyal medyada olduğu gibi sergilesek eğer mizah değilse bir kabus olurdu bu. Öte yandan işe/performansa dönüşmemiş olan veya bu baskıyı taşımayan bir keşif ve merak duygusuyla uzun süredir karşılaşmadım.