Çiğdem’in yaşayabilmek için etrafında ne varsa topyekun temizlediğini, otları, çalıları, ağaçları kökünden kestiğini düşünsenize, ne saçma olurdu. Ama insan tam olarak bunu yapıyor. Hem de iyi bir şey yaptığını düşünerek yapıyor. Biri, talandan, dünyayı umursamayan politikalardan bıktığını, yüzünü ekoturizme çevirdiğini söylüyor. Bu mekanda dünya için iyilikler düşünülecekmiş. Taşı, kayası çiçek açan bir yamacı dümdüz edip teraslamış, getirip ‘doğal’ yapılarını koymuş. Tek suçlu beton mu sanki? Sonbaharı, kayayı, ağaç gölgesini, kekik kokusunu kovduktan sonra…
Bir yere konmayı bilmiyoruz, ötelemeden, yok etmeden, yıkmadan. Çiğdem’e sorsak ya, yaşamak için ne lazım? Bakmayın böyle güzel göründüğüne. Toprağın altına çekilirken bıraktığı dünyayı bulamıyor artık. Kentin kıyısında falan da değil yuvası, 1500 rakımda bile çöpün içinde gözünü açıyor. Güya fotoğraflarını çekerken çöpe değil çiğdeme bakıyordum, çiğdem de kendine bakıyor. İyi ki umutsuzluktan da umuttan da haberdar değiller.
Şu yamaç çiğdemli. Ardıç’a, Sedir’e çıkan. Eteklerinde gevenler, gevenlerin, acı yavşanların kayaların koynunda çiğdemler yaşıyor.