Çakal eriği çalılığından geçerken çalıların altında bir kuş kıpırdanıyor. Çalıların sadece meyveleriyle değil kökleriyle, dikenleriyle, geçit vermezlikleriyle ne işe yaradıklarına dair bir kıpırdanış da bende oluyor, her seferinde.
Sanki o koyulukta ilk defa bir kuş görüyorum. İrkiliyor, şaşırıyorum. Bedenim beklenmedik ve ani seslerden ürkmek üzere örgütlenmiş. Üstelik yıllarımı neredeyse bütün seslerin tanımlı olduğu, beklenmedik seslerin suçun mahaline girdiği veya yabancı bir yerde bulunulduğunu gösterdiği yerlerde geçirdim.
Köyün ayaklarımla katedebileceğim bütün yollarını yürümeye çalışıyorum. Aklımda yakın çamlıklarda acaba mantar bulabilir miyim düşüncesi de var. Aralık sonuna gelmemize rağmen dün bir sivrisinek vızıltısıyla uyumaya çalıştım. Melki/çıntar/kanlıca yağışlardan sonra gelen bu sıcakların yüzü suyu hürmetine birçok çamlıkta çılgınca çıkıyor hâlâ. Pazarda melkiyle birlikte köylülerin aktuz, ak mantar, çam mantarı dediği mantarlar dizi dizi satılıyor. Yan yana oturan teyzeler gelen müşterinin kimden mantar alacağına dair birbirleriyle didişiyor.
-Niye açtın kız poşeti, belki benden alacak?
Poşeti açan duymamazlıktan geliyor.
Çamların altında yürüyorum. Arada bitmiş kimi meşeler güya yolumu kesiyor. Bilmiyorlar ki geldiğim yerde onların yerini kermes meşesi dolduruyordu.
Her yer mantar dolu, insan için yenilebilir olmasa da birilerinin ekmeği. Ak mantar bu mu?
Marmara’ya gelince tanıştığım efsanevi yayılıcı çakır dikeni kışla birlikte tüm ürkütücü görkemini veren dikenlerini, tohumlarını, renklerini soyunmuş. Kuru-yan demiştim bu fasıldaki bitkilere. Engerek otu, deliçay da dahil oluyor kış parıltısına.