endemik yazımtırak

Bir bitki, çeşitli özel sebeplerle (dağların oluşturduğu yükselti farkları, iklim, toprak ve jeomorfolojik özelliklerden kaynaklanan yerel farklılıklar) dünyada belli bir alanda yayılış gösteriyorsa o bitkiye endemiktir diyoruz. Ülke endemikleri sınırlarla ilgili bir kavram aynı zamanda. Örneğin aynı bitki ülke sınırının hemen yanı başında, metrelerce yüksek bir duvarın, bir telin ve tellere duvarlara eşlik eden silahlı askerlerin iki atım ötesindeki komşu topraklarda, mesela Ermenistan’da da bitiyorsa, o zaman Türkiye endemiği olma şansını yitiriyor. Sınırsız bir dünya düşleyen, o teller, duvarlar, askerler, silahlar olmasın diyenler için ülke endemikleri çok anlam ifade etmese de bir dağın, tepenin, ovanın, vadinin endemiği olarak önemlerini koruyorlar.

Bu konuyu araştırmaya başladığınızda bakanlık dokümanlarından, üniversite tezlerine kadar endemik bitkiler açısından ne kadar zengin olduğumuz gururu hemen göze çarpıyor. O kadar gurur duyuyoruz ki endemik bitkilerin yuvası olan yaşam alanlarına yapılaşma, tarım alanları açma, madenler, tarım zehirleri, Hes’ler, Res’ler, Jes’ler ve duble yollarla taarruza geçmiş durumdayız. Dolayısıyla bu hiç de haklı bir gurur değil. Kaçının bu taarruzdan etkilendiği ve yok olduğu üzerine ise yeterince bilgimiz yok.

Ekosistemler insan müdahalelerinin bu kadar yoğun baskısı karşısında desteklenmeye ihtiyaç duyar. Bitkilerin kendi başlarına bir çözüm bulabileceklerini düşünenler, sadece yapılaşma ve otoyol inşaatlarıyla bile birçoğunun yok olduğunu veya yok olmak üzere olduğunu akıllarında tutabilirler. Örneğin endemik Marmara onosması (Onosma proponticum). 2005 tarihli bir haber şu anda sadece askeri bir sahada varlığını sürdürdüğünü söylerken (1), 2017 tarihli bir kayıt aynı sahada sadece 200 kadar bireyin yaşadığı bilgisini veriyor (2).

Bununla birlikte dünyada oluşan iklim değişiklikleri sebebiyle bazı türler de çoktan ülkemizden elini eteğini çekmiştir; Mamut Ağacı gibi (Sequoiadendron giganteum). Bugün artık insan eliyle yaratılan tahribatı “iklim değişikliği” yerine “iklim krizi” tanımlamasıyla karşılarken bitkilerin çok daha büyük bir bölümünü hızla kaybediyoruz ve elbette hayvanların ve insanların da. Verimli ekosistemlere bağlı bitkilerin yerini kurak ekosistemlere bağlı bitkilere bırakmak zorunda kalacağını öngörmek zor değil. O zaman kuraklığa uyum sağlamış bitkileri korumak ve çoğaltmak belki de başlıca işimiz hâline gelecek. Endemik olsun, olmasın, yaban bitkilerini yaymak, yaşatmak dışında bir şansımız kalmayacak.

Türlerin geçirdiği ilk kitlesel yok oluş bu değil. Örneğin 380 milyon yıl önce de bitkilerin hızla artan nüfusunun dünyadaki karbondioksitin aşırı derecede azalmasına ve bunun da bir buzul çağına neden olduğu düşünülüyor. Karbondioksit artık havayı sıcak ve nemli tutamadığında birçok canlı, bitek yuvasından oldu. O zaman ölen ormanlar da kömür gibi madenleri oluşturdular. Doğada olduğunu varsaydığımız denge durumu milyonlarca yıl içinde oluştu, ancak bu denge her zaman canlıların iyiliğini gözeten müşfik bir denge de değil, yeri geldiğinde acımasız, yeri geldiğine hiddetli bir dengesizlik durumunu da barındırıyor. Örneğin volkanlar şu dağın yamacındaki canlılara zarar vermeyeyim demeden patlıyor. Nitekim henüz insan ayaklarıyla adımlanmamış bir dünyada gerçekleşen diğer bir yok oluşun da, bir volkan patlaması veya göktaşı çarpması sonucu olduğu düşünülüyor. Gelgelelim bu olanlar bitenler insanın yok ederek ilerlediği, en acımasız ve taraf tutan şiddeti insanın sergilediği gerçeğini değiştirmiyor, üstelik sonuçlar, insan nüfusunu da etkiliyor.

İklim göçü olgusu insan nüfusunun, kültürlerinin de bu krizden etkilenmesinin tezahürlerinden biri. Ama insanın ayakları var; dilerse sahte can yelekleri takıp alabileceğinin iki katı insanla birlikte botlara biner, kaptanının terk ettiği bir gemide aç susuz yanaşabileceği bir liman arar, bir ülkeden diğerine yürüyerek, yüzerek geçmeye çalışırken çöllerde, dağlarda, nehirlerde, denizlerde ölür, insan tacirlerinin eline düşer; alınır satılır, uçağa, trene, otobüse, gemiye biner, çeker gider. Uçan kaykayın mucidi Franky Zapata’nın yaptığı gibi kaykayına atlayıp fiyuvvvv diye uçar, özel uçağına biner, filosuna “çabuk götürün beni buralardan” der. Özel araçları olmayan veya buralarda bir yer kapamayanlar için kalan bütün seçimler tehlikelidir. Gitmek kadar kalmak da.

Öte yandan bütün bitkiler bir zamanlar endemikti de denilebilir. Mesela elmanın atası Kazakistan’ın Alma Ata şehri. Bugün Kazakistan önceki gün Rusya, daha önceki gün Sovyetler Birliği’ydi elmanın atasının ülkesi. Her zaman siyasi anlamlar taşıyan sınırlarla birlikte bitkilerin ait olduğu ülkeler de değişir. Buna karşın ne bitkilerin ne de hayvanların vatanı vardır. Vatan, bayrak diye tuttursanız bön bön bakmaktır işleri. Vatanım dağımdır der biri, öteki bittiğim kaya, diğeri yanımda akan dere, içinde güneşe uzandığım orman.

Peki, özel koşullarda yetişen endemik bitkiler yayılmayı istemiyor mu acaba? Elbette isterler, bunun için akıl almaz yöntemler geliştirmişler, özel uçakları olmasa da en az insanlarınki kadar farklı ulaşım araçları var. Kendilerini hayvanlara taşıtmak; kuşların midesinde, kanadında yolculuk etmek, karıncalara yanaşmak, kedileri tavlamak vb. Ancak bu yöntemler dağ sıralarını aşmaya yetmemiş, belki de aşan olmuştur ama umduğunu bulamamış ve bir bölgeye özgü olarak kalmış. Mesela yurt yoğurt otu (Galium dumosum) burada karstik kayaların lapyalarında yetişiyor. Bulabildiği kayalar boyunca ilerlemiş olmalı. Ama bu kayaları her yerde bulamaz. Şu durumda endemik Galium dumosum tohumunu ekmeye kalksanız onu kireç kayalarından kurulmuş bir bahçede yetiştirmek zorundasınız. Bu koşulu sağlayamazsanız yurt yoğurt otu görünmeyebilir size. Sağlarsanız belki bitkiye iyilik etmiş olursunuz çünkü Akdeniz, yangın yoksa da yanıyor artık. Bedenimin güneşle karşılaşan her noktası buharlaştı, buharlaşacak. Buralarda ölen yurt yoğurt otunun başka bir yerde yaşaması ihtimali kimi sevindirmez? Ne yazık ki iyi niyetlerle de olsa yapay olarak kurulmuş bir bahçe bitkinin yaşamasına yetmeyebiliyor. Yaşamak ucu bucağı olmayan bir ugraş. Bir şekilde başarabilsek dahi sürdürülebilir değil ve yüzyıllar içinde bitkinin çevresiyle oluşturduğu, oluşturacağı etkileşimi yok ediyor. Yeni koşullara adapte olma şansını elinden alıp onu sırça bir fanusa kapatmış oluyoruz. IUCN’nin kırmızı listesinde en kritik iki aşama “doğada tükenmiş” ve “tükenmiş” aşamaları. Doğada tükenmiş demekle yapay ortamlarda yaşatılan bitkileri kastetmiş oluyoruz. Eğer bu da yapılamamışsa veya artık yapılamıyorsa tükeniyorlar.

Endemik olmasa da konuşabileceğimiz buhurumeryem cinsi (Cyclamen sp.) bitkilerin tohumları genellikle karıncalarla taşınıyor, karıncalar iklim değişikliğinin hızına yetişebilir mi, alıp buhurumeryemi sırtına, “oh be” diyebileceği topraklara taşıyabilir mi? Veya Kilikya olarak adlandırdığımız eski Akdeniz medeniyetlerinden birinin topraklarında yetiştiği için Lathyrus cilicicus adını alan şah mürdümük, Tübives’e göre sadece İçel ve Karaman’da yetişiyor. O da kireç kayalarını seviyor olmalı. Kayaların, taşların içinde rastladım ona. Mersin’e İçel, buralara da Taşeli deniliyor. Taşeli platosu o karstik kayaların, kayaların içindeki oyukların, çatlakların, taşların binbir bitkiye ev sahipliği yaptığı yurt. Ve bugün şah mürdümük en kritik iki aşamanın hemen altında yer alan “Tehlikede” seviyesinden bize göz kırpıyor. Yok oluşuna giden yolu açıp onu bu kadar savunmasız bırakan temel faaliyetimiz ise, yapılaşma. Yazılar boyunca andığım Beko’yla bahçenin yüzüne biçim vermeye kalksaydık şah mürdümüğü bir yuvasından daha kovmuş olacaktık.

O hâlde geriye kalan tek şey, var olan ne kaldıysa korumak, üzerine titremek, yaşadığımız yer neresiyse oranın, bitkisinin, hayvanının, toprağının, havasının, insanının bekçisi olmak. Sadece bitkilere, hayvanlara bekçilik etmeyeceğiz, kendi adımıza da tutmak zorunda olduğumuz bir nöbet bu, sevdiklerimiz adına da.

Var olanı olduğu yerde koruyamıyorsak, ne olacak? Örneğin burada biten endemik bir sümbül türü (Bellevalia modesta) bir sebeple nadasa bırakılmış bir tarlada çıkmıştı, onlarcası, arsızca tarlanın yüzünü süslüyordu. Sümbüllerin soğanlı bitkiler olduğu düşünülürse tarlanın sürülmesi demek soğanların gün yüzüne çıkması ve kuruması demek. Tarla sahibi bunun farkında değil. Farkında olsa bile hayvanlarına yem yetiştirmek için arpa-buğday ektiği tarladan vazgeçemez. Burada endemikleriyle gururlanan devlet devreye girip köylüye o tarlayı ekmemesi için yem parası verecek veya birileri o soğanları başka bir yere taşıyacak, başka bir bölgeye veya ülkeye. Derken yakalanan vatan hainlerine ceza kesilecek. Her ne kadar bu bizi tatmin eder gibi görünse de doğadan topladığı bitki soğanlarıyla yakalananlara para cezası kesmekle bitkilerimizi korumuş olmuyoruz.

Ne yapabiliriz?

  1. Eğer kıra yerleştiyseniz ilk işiniz çevrenizdeki canlılığı keşfetmek olsun. Bitkiyi, hayvanı, mantarı, insanı, hikâyeleri, kayayı, taşı, tepeyi, oyuğu.
  2. Bitki tohumlarını biriktirin, koruyun, dağıtın, tanıtın. Endemik olanların yaşadığı yerle ilişkisi çok özelleşmiş değilse onları da benzer ortamlarda yetiştirmeyi deneyebilirsiniz. Komşu bahçeleri uğraşınıza ortak edin, yetiştirdiğiniz fidelerden verin ve büyüyüp gelişme aşamalarını kontrol edin.
  3. Endemik, nadir bitkiler ve hayvanlarla ilgili envanter çıkarın.
  4. İnsanların doğayla, bitkilerle kurduğu ilişkileri dinleyin. Hikâyeleri kaydedin, yazın, anlatın.
  5. İlçe tarımla, orman işletmeleriyle, belediyeyle, kaymakamlıkla, üniversitelerle, dernekler ve kooperatiflerle ilişki kurun. Yerel, endemik, nadir, bitki ve hayvan türleri de dahil olmak üzere etrafınızdaki canlı çeşitliliğini bu kurumların desteğiyle kayıt altına aldırabilir, koruma çalışmaları yapılmasını sağlayabilirsiniz.
  6. Bu kurumları doğal tarım/permakültür/müdahalesiz tarım, zehir kullanımı gibi konularda zorlayabilir, örnek uygulama alanları talep edebilir ve üretim yapılmasına destek olabilirsiniz.
  7. Yaşadığınız bölgede yeterli sayıda insan varsa, x konuda bir dernek-vakıf-kooperatif kurup daha kolay destek almanız mümkün.
  8. Hikâye anlatmanın binbir yolu var; şarkı söyleyerek, fotoğraf çekerek, resim yaparak, işleyerek elindeki cevheri. Öyle ki mücadele ayağınıza geldiğinde belki de yaşadığınız yeri bir zırhla koruyor olacaksınız. O zırh delinse de koruduğunuz ve dağıttınız tohumlar, bahçenizde yaşayan bitkiler ve anlatacak hikâyeleriniz olacak.

Ne kadar olabiliyorsa, nereden başlanabiliyorsa.

İşte bu yetiştiği yere göre biçimi, tadı, kokusu, rengi, endamı, şifası değişen, medeniyetlerden de yaşlı ciğerparelerimiz de, kurabildiğimiz şu boktan düzeneğin bozduğuyla baş etmeyi bugün öğrenmese de yarın öğrenecek, çoğu öğrenmese de azı öğrenecek, kararlı bir destekle belki o azı çoğaltabiliriz. Bizlerin bunu insan gözüyle görebileceği düşüncesi ise kuma yazılmış bir niyet.

Görsel: Tarla sümbülü (Bellevalia modesta), İçel endemiği

(1) http://obanettr.org
(2) https://www.facebook.com/turkiyeyabanhayati/posts/1731051447189542/

Yukarıya kaydır