dünya için birleş

“İklim için birleş” sloganını içime sinerek kullanamıyorum. Bu söylem, çevresinde buluşan başka parametrelerin de etkisiyle, yaşadığımız krizle ilgili tüm tartışmaları karbondioksit salınımı üzerinde yapılan “düştü, yükseldi, aynı” tartışmalarına indirgiyor. “Dünya için birleş” diyebilmek isterdim. Çünkü sorun “sadece” karbondioksit seviyeleri değil. Öyle olsa Dünya’nın daha önce benzer sorunlar yaşadığını ve türlerin yok oluşlara alışık olduğunu söyleyip geçebilmemiz gerekirdi. İnsan türü böyle bir yok oluşa ilk defa kitlesel bir biçimde tanık olacak ama bu kadarcık. Trajik bir “kadarcık”. Yoksa zaten orada burada bu yok oluşları yaşamaya başlayan varlıklar -insanlar dahil- var. Bunun için illa bir eşiğin aşılması gerekmiyor. Acaba o eşik sıra bize gelince mi aşılmış olacak?

Aynı zamanda sorunu karbondioksit seviyelerine kilitlediğinizde alınabilecek birtakım önlemler, mesela fosil yakıtların kullanılmaması, orada burada dizi dizi güneş panellerinin veya rüzgâr tribünlerinin yapılması bizi ve dünyayı idare edebilecekmiş gibi de görünebilir. En yüksek sesle ve net bir şekilde dile getirilen talepler bunlar. Bunun dışında geniş bir yelpazede talepler listesi uzayıp kısalıyor. Ki yatırımlarını bu alanlara çeviren devletler de var. Mesela yakında Kuzey Ege bir rüzgâr türbinleri cehennemine dönebilir/dönüyor. Sorun şu ki; hayatlarımızı şu anda olduğu gibi sürdürmeye devam edersek, karbondioksit seviyeleri tahmin edilen kıyametleri ayağımıza getirmese bile Dünya ve içindeki her varlık -insan dahil- kendi kıyametini yaşıyor olacak ve zaten yaşıyor. Yaşadıklarımız, tanık olduklarımız iklimi değiştirmese bile yeterince acı, öfke ve yıkım yaratıyor.

Dün bir köylüyle sohbet ederken depremin yerin üzerine bindirdiğimiz ağırlıklardan kaynaklandığını düşünüyor olduğunu fark ettim. Normalde Silifke deprem bölgesi değil -veya en az riskli bölgelerden- ama bir dağ köylüsü burada onca yüksek binanın yapılmasını Dünya’nın kaldıramayacağını düşünüyor. Teknik olarak bunun doğru olup olmaması değil mesele, o köylünün ait olduğu dağdan bakarak Dünya’nın yükünün ağır olduğunu düşünebilmesi. Açıklamadım bildiğine yanlış deneceğini, çünkü doğruydu. Dünya’nın yükünü düşünebilmek, Dünya’nın canlı olduğuna hükmetmektir. Bunun için yeryüzünün katmanlarını ve fay hatlarını bilmemize gerek yok. Hatta görünen o ki bildiğimizde ıskalıyoruz Dünya’nın canlı olduğunu. Her şey teknik bir detaya dönüşüyor. Depremi önceden haber veren aletler yapma işine, karbondioksiti yakalayacak bir cihaz tasarlayabilme işine, plastik yiyen bakterileri çoğaltma veya üzerlerinde genetik bir değişiklik yaparak plastikleri daha çabuk yiyebilmelerini sağlama işine. Robert Musil’in içinde bulunduğu yüzyılı anlatan bir romanı yazmaya, teknik açıklamaların, en kabul edilemez sandığımız şeyleri bile birer zorunluluğa dönüştüren ve dolayısıyla olanı aklayan gücünden bahsederek başlaması boşuna değildi:

Bir kamyon ani bir fren yaparak bir adama çarpar ve adam ölür;

“Herkesin fikir birliği ettiği üzere adam kendi dikkatsizliği yüzünden zarar görmüştü.

…Hanımla ona eşlik eden bey de yaklaşıp, kafaların ve eğik sırtların üzerinden yerde yatana bakmışlardı. Sonra geri çekildiler ve duraladılar. Hanım, kalbiyle midesi arasındaki boşlukta acıma diye nitelendirmekte haklı olduğu, nahoş bir şey hissetmekteydi; bu, ne olduğu belirsiz, felce uğratıcı bir duyguydu. Bey, bir süre sustuktan sonra ona şöyle dedi: ‘Burada kullanılan bu ağır kamyonların fren mesafesi çok uzun.’ Hanım, bunu duyunca rahatladığını duyumsadı ve sıcak bir bakışla teşekkür etti. Bu sözcüğü herhâlde daha önce de duyduğu olmuştu, fakat fren mesafesinin ne olduğunu bilmiyordu ve bilmek de istemiyordu; bu iğrenç olayın böylece belli bir düzene sokulması ve kendisini artık doğrudan ilgilendirmeyen bir teknik soruna dönüşmesi ona yetiyordu.”1

Kısa bir süre önce buradan çok uzakta Amazon Ormanları’nda yaşayan ve “ilerleme”, “zenginleşme” adına yuvası yakılan Kayapó halkının şefi Raoni Metuktire, anlaşılan yuvasının niçin yakılmak zorunda olduğu üzerine yapılan teknik açıklamaları anlamamış, beyaz insana yakarıyordu; “Sizi yaptığınız işi; yıkımı ve Dünya ruhlarına saldırınızı durdurmaya çağırıyoruz. Ağaçları kestiğinde atalarımızın ruhlarına saldırıyorsunuz. Mineraller için kazı yaptığınız zaman Dünya’nın kalbini zorluyorsunuz. Ve toprağa ve nehirlere zehir -tarımdan gelen kimyasallar ve altın madenlerinden gelen cıva– döktüğünüzde ruhları, bitkileri, hayvanları ve toprağın kendisini zayıf düşürüyorsunuz. Toprakları böyle zayıflattığınızda ölmeye başlar. Toprak ölürse, dünyamız ölürse, hiçbirimiz yaşayamayacağız ve biz de öleceğiz.”2

“İklim için birleş” çağrısıyla yapılan eylemler sürerken, bilim insanı Bülent Şık, Sağlık Bakanlığı’nın kanser vakalarının endüstriyel çevre kirliliğiyle bağını ortaya koyan araştırmasının sonuçlarını kamuoyuyla paylaştığı için 15 ay hapis cezası aldı. Raporda söylenilenler Kayapó halkının şefinin söylediklerinin bilimcesiydi. (Bu araştırmanın sonuçları medyada “Kanser raporu” olarak yer aldı.) Sonuçlar, özetle gıdalarımızın ve sularımızın zehirlendiğini ve bunun faturasını en çok çocukların ödediğini, ödeyeceğini gösteriyordu. Bülent Şık, mahkemedeki savunmasında birçok şey yanında şunları söyledi; “1930 yılında Dünya’da zehirli kimyasal madde üretimi 1 milyon ton iken bugün bu rakam 500 milyon tona çıktı. (…) Katı sıvı veya gaz formlarında doğaya saldığımız çeşitli zehirli kimyasal maddeler toprağı, su varlıklarını ve havayı kirletecektir. Bu kirletilmiş bölgelerde yaşamak zorunda olan insanlarda başta kanser hastalığı olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalanma riski artacaktır. Bu risk çocuklar söz konusu olduğunda yetişkinlere kıyasla on kat daha fazladır. Yaratılan kimyasal kirlilik doğal bir fenomen olarak görülmemelidir. Kirleten failler bellidir. İnsan ve çevre sağlığını hiçe sayan şirketler ve görevini yapmayan kamu kurumları bu kirliliğin ve insanların uğradığı sağlık zararlarının failleridir. (…) Kimyasal kirlilik nedeniyle doğadaki canlı türlerinin sayısındaki azalma önümüzdeki on yıllar içinde çok ciddi bir felakete yol açacaktır. Felaketin büyüklüğünü anlatmak için akademik literatürde “kitlesel yok oluş” terimi kullanılıyor. Aslında doğal hayatın kaybı insanın da varoluş zemininin kaybı demektir; yok olacak olan insandır. (…) insan ve doğal hayatın sağlığına yönelik riski bertaraf etmek için ilgili kamu kurumlarının gereken tedbir ve güvenlik önlemlerini alma yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülüğü yerine getirmemek, (…) açıkça ve bilinçli bir şekilde insanları tehlikeye atma suçunu işlemek olarak görülmelidir. Ben bu suçu işlemedim, o nedenle beraatımı talep ediyorum.”

Görsel Evrensel Gazetesi’nden.

Kayapó halkının şefi Raoni Metuktire’ın yakarışına karşı Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, yağmur ormanlarında haftalardır süren yangınlarla ilgili “medyanın yalan söylediğini” öne sürdü: “Basın bizim vatansever duygularımıza saldırıyor. Amazonlar’ın insanlığın mirası olduğunu söylemek, bizim ormanlarımızın ‘dünyanın akciğeri’ olduğunu söylemek saçmadır. Bunun bir anlamı yok. Bu yalanlara ve hilelere inanmak bizim egemenliğimizin sorgulanmasıdır”. Örneğin, Hasankeyf’te insanlığın kültürel mirası günbegün baraj suları altında kalıyor ve kısa bir sürede milyonlarca canlıya ev sahipliği yapan Dicle Vadisi yok olacak. Bu canlılarla birlikte bir tarih, hafızalarıyla, izleriyle birlikte sulara gömülecek. En az 20 endemik bitki türü, en az 4 balık türü, en az 10 kuş türüyle beraber. Buradaki “en az” çok incitiyor beni. Ve buna göz yumulabilmesi için öne sürülen gerekçeler Bolsonaro’nun söyledikleriyle neredeyse aynı; yok etmenin teknik açıklamaları.

Tüm bunlar hemen hemen aynı günlerde dünyanın başka yerlerinde veya burada oldu bitti. Şirketlerin, devletlerin iklimi değiştiren ve değiştirebilecek faaliyetler içinde olması bir kenara, bu faaliyetler yine de iklimi değiştirmek için yeterli olmazsa, Dünya bir şekilde bunu tolere edebilmemize yarayan yöntemler geliştirse dahi ödüyor olduğumuz bedel çok ağır. Metuktire’nin mektubunda dediği gibi; çünkü kaybolduk.

1 Niteliksiz Adam 1, Robert Musil, Çevirmen: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, 1999.

2 https://ecologicalnanarcy.wordpress.com/2019/10/11/bilge-reis-diyor-ki-dunyanin-bir-ruhu-var/

Şu metinleri okumanız umuduyla iliştiriyorum;

Bülent Şık’la yapılan, sürecin detaylarıyla anlatıldığı 2 bölümlük bir söyleşi;
https://birartibir.org/siyaset/455-vatan-millet-fasarya
https://birartibir.org/siyaset/456-herkes-icin-her-yerde-saglik

Bülent Şık’ın savunması:
https://www.facebook.com/bulentilgaz/posts/10157357209157570

Yukarıya kaydır