buğday saplarının şiiri

Önce babaanneme sonra halama sonra da bana geçti bu “Cimem”. Bu sene kaybettiğimiz sevgili halamın tabağı. Beni Antakya’ya bağlayan en sağlam, en renkli iplerden biriydi Halam. Gülüş, iyilik ve sapasağlam bir duruştu. Ardında bıraktığı onca anının yanına buğday saplarının şiiri de eklendi. Gözüm gibi bakacağım.

Orakla biçilen buğday saplarının yine bitkilerle boyanarak örülmesiyle icra edilen bir sanat bu. Kenarları yukarıya doğru eğimli olan tabaklara cimem denirken, düz olanlara tıbak denir. Antakya’nın farklı bölgelerinde tıbayka, sayni, sini adları da kullanılır. Çocukken köye gittiğimizde bu tıbakların üzerinde yemek yerdik. Sofra kaldırılınca nenem avluda çırpıp asıverirdi tıbağı duvara. Tıpkı bir kaleydoskop gibi renkli ve çiçek desenleri ile süslü kocaman tabaklarda ekmeğini bölüşmeyi bir hayal edin. Şenlikti. Annem diyor ki “şimdi buğday sapı bulsam hemen örerim sana”. O kadar çok işlemiş ki gençliğinde. Bahçede yetişen ceviz, badem, üzüm -kurusu- ve belben (incirle yapılan bir çeşit pestil), cimemlerin içine konularak getirilirmiş sofraya. Sonra “istersen üstünde sebze, meyve de kurutursun” diyor. “Hava aldığı için çok güzel kurur. İşin bitince yıkayıp asarsın hiçbir şey olmaz.”

Keşke insan aynı anda birden çok yerde olabilse, cimem, tıbak örmeyi öğrenmek için can atıyorum nicedir. Ama bu istek yetmiyor bir de buğdayı orakla biçen bir yetiştirici bulmak veya ekmek gerek. Zaten Cimem ören kalmadı, tıbak örenlerse artık renkli naylon ipler kullanıyor. Çok az da olsa bu geleneksel sanatı hâlâ buğday saplarıyla yapanlar var. Antakya’nın Uzun çarşı’sına yolu düşenler görebilir.

*

Tam 1 sene sonra Silifke’nin buğdaylarıyla birlikte yola düştüm. Annemden (Nihal hanım) Cimem örmeyi öğreneceğim.

– Ben böyle mi dedim, bunların sapı çöpü ayıklanacaktı.
– Biliyorum anne başakları ayıklayacak vaktim olmadı.
– Başağı demiyorum ki.

Harmandan rastgele iki yığını alıp ayıklamadan getirdim. Kendi genişliğinde bir yığını getirsen yeter demişti. Meğerse sapı ayıklamaktan bahsediyormuş. Bilmeyene anlatmak da bir maharet. Annem çok maharetli ama bilmeyene anlatmayı sevmiyor. Kendim kadar iki yığın getirmiş olmama rağmen ayıklanan saplar küçük bir tabak işlemeye ancak yetecek. Amaç zaten öğrenmekti, küçük ve yeterse hiç sorun yok.

Tekrar anneme bağlanıyoruz;

16-17 yaşlarında nenemin kız kardeşinden işlemeyi öğrendim. Buğday orakla biçilirdi. Balya hâline getirilen samanlar harman yerine getirilir. Bir yanda Cercer (ata koşulmuş bir çeşit patoz) sapı buğdayla birlikte döne döne öğütür. Öğütülen samanla buğday yabayla savrularak ayrılır. Örgü yapacaklar da harmanda toplanır, balyaları önümüze koyar, sapları en üstteki boğum kalacak şekilde temizlerdik. Dolayısıyla buğdayın cinsine göre son boğum ne kadar uzun olabilirse o kadar iyi.

– Başka sofra mı yoktu niye buğday saplarıyla sofra örüyordunuz?
– Duvara asarız. Süstür aynı zamanda. Nakış gibi işleriz böyle renk renk.
– Nenem bilir mi?
– Yok bilmez. Hiç işlemedi.
– Sen niye öğrendin?
– Ben her şeyi öğrenmek isterim, hayatım böyle geçti.

“Bak, bak” diye, yeni öğrendiği iğne oyası motiflerini getiriyor. “70 yaşındayım, yine öğreniyorum.”

Üzerine binen onca yığının içinden, annemin bilgilerini çekmeye çalışıyorum. Örneğin buğday baş tutmaya başladığında henüz saplar yeşilken en üstteki boğumdan kesilip örülebildiklerini hatırlıyor, hayal meyal. “Yeşil, yeşil olurdu” diyor. “Hem taze olduğundan daha kolay örülürdü, ıslamaya bile gerek kalmazdı.”

Bu bilgilerin ne kadar değerli olduğundan bahsedince, “hani” diyor, “senden başka kimse bunu öğrenmek istemedi. Çevremde bilen, ören, öğrenmek isteyen kimse yok. Senin için değerli bunlar.” Niye değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun tek sebebi bir bahçede yaşıyor oluşum değil. Sap, buğdayın iyiliğini umursamayı zorunlu kılıyor. Buğday da toprağın iyiliğini.

*

El ayarlar, işin özeti bu. Böyle bir şeydir el, aklın bilmediğini bilir, bir ucundan tutarsa.

Sadece son boğumu alınan buğday sapları soğuk suyla ıslanıyorsa 2-3 saat, sıcak suda ıslanıyorsa yarım saat bekletilir. Boğum değil de “okta” diyor annem. Bizim buğdayımızda 3 boğum vardı. Daha fazla veya daha az boğum taşıyan buğday türleri olabilir. Başağın olduğu boğumdur son boğum dediğim. Hemen en üstteki kahverengi çizginin üzerinden kırılıp alınacak sap. Buradan kırınca sapın kabuğunu soymak da çok kolay oluyor. Çizginin altından kırsak hem kabuk ayrılmıyor hem de boğum yeri daha sert, kırılgan bir yapıya sahip olduğu için örme işine uygun değil. Tabii başağa da ihtiyacımız yok. Onu da hemen kafasının altından koparıp bir kenara koyuyoruz.

Islanıp yeterince yumuşayan 6-9 tane buğday sapı, bir ucu aynı hizada olacak şekilde ele alınır. Bu saplar elde yuvarlaklığı bozulmayacak şekilde tutulmaya çalışılır. Bir tane buğday sapı da bu sapların üzerine sarılmaya başlanır. Her 4 veya 5 sarımdan sonra spiral şekilde kıvrılarak sarılmaya devam edilir. Her sarımda bir önceki kata bağlayabilmek için mıhla delik açılıp yeni bir buğday sapı geçirilir. Mıh olarak kullanmak üzere getirdiğim bir tahta parçasına çakılmış çivi çok kalın geldiği için biz daha ilkel bir usulle delmeden örmeye çalıştık. Uygun deliklerden yeni birer sap geçirdik. Yeni sapın dörte biri arkada geri kalanı önde bırakılarak desteye dahil ediliyor. Çok düzgün bir motif ortaya çıkmadı ama malzeme buğday olunca her halükarda güzel görünüyor. En azından bana öyle geliyor.

Sapın ince tarafıyla sarılmaya başlanıyor, bağlamak için de sap ince tarafından uygun bir deliğe geçiriliyor. İnce taraf başağı kopardığımız taraf oluyor. Sapları ayırır temizlerken bu kullanıma dikkat edilerek ince taraflar bir yöne gelecek şekilde biriktirilirse iş kolaylaşacaktır. El ayarı burada devreye giriyor, eğer elinizdeki demeti yuvarlaklığı bozulmayacak bir şekilde tutup sarmayı beceremezseniz demet yassı bir biçim alıyor. ilk önce bu dilenen kıvamı tutturmak için sarma çalışmaları yapmakta fayda var. Zaten azıcık çıkan buğday saplarını boşa harcamamak için çok fazla pratik yapamadım ama pekala aynı yöntemi kullanarak bu sarma çalışmalarından da çok güzel nihaleler çıkarılabilir. Dön bir önceki desteye bağla, dön bağla şeklinde.

Sarılmaya başlanan destenin kalınlığı başta sabit tutuluyor. Sap bitmeden bunun yapılabilmesi için araya yeni buğday sapları yerleştirilip sarılmaya devam ediyor. Giderek bu deste kalınlaştırılıyor ama yavaş yavaş. Eğer çok kalın olursa da en kısa olanlar makasla sardığımız noktadan kesilip desteden çıkarılıyor. Her şey aşağı yukarı, her şey el ayarı. Bu haliyle bunu göstermeden başka birine anlatmak zor. Buğday saplarının hangi kalınlıkta olduğu elinize kaç sap alacağınızı belirliyor mesela. El alışkanlığı edinene kadar başlangıç zor ama geri kalanı su gibi akıyor. Hep böyle değil midir zaten? Buğday saplarının şiiri dememin sebeplerinden biri de formülü olmaması.

Yeni tanıştığımız Alanya’yı keşfe çıkıyor, sıcak ve nemle başetmeye çalışıyor, eve dönünce de tabak örmeye devam ediyoruz. Eskinin hırdavatçısı, nalburu, yeninin yapı marketlerinde kullanabileceğimiz bir mıh bulamadığımız için geri kalan buğday saplarını sonbaharda örmeye karar verdik. Yeni ipi dahil ederken kullandığımız bağlama yönteminden bahsetmedim bu yüzden. İşin orjinali bu değil çünkü. Ayrıca şu anlattıklarımı yapabilince delerek veya bağlayarak örmeye başlamak hiç zor olmayacak zaten. Antakya’da ya bulacak, ya yaptıracak annem. Ki aslında bu aletin başka bir adı var. Deşip çıkaramadık adını bir türlü. Burada ise derdimi bile anlatamadım, mıh diye sadece çiviye denir sanıyorlar. Bir ucunda tornavida sapı gibi ahşap tutma bölümü olan diğer uçta metal ve sivri çiviye benzer bir parça olan aletlere mıh denirdi ve deri delmekte kullanılırdı eskiden. Eski çarşıda mıh arasak bulurduk belki ama nem dayanma sınırlarımızı zorladı, biz de kendimizi Alanya’nın serin sularına attık. Su varlıkları Alanya’yı buluşma noktası yapmış gibi görünüyor. Tarım topraklarına pıtrak gibi yapılan hemen hepsi havuzlu yeni binalar, sitelerle tüm yatırımını turizme yapmış bir şehir aynı zamanda. Salgında turizmin bir anlam ifade etmeyebileceğini görmek hiçbir şeyi değiştirememiş. İyi kötü tüm su varlıkları turist ziyaretlerine açılmış. Oba çayı gibi atık suların bırakıldığı gözden çıkarılmış veya üzerine baraj, hes yapılmış Dim çayı gibi varlıklar da. Dim çayı’nda baraj manzarası eşliğinde veya her çaya yaklaşabilme ihtimalini boşluk bırakmadan parselleyen tesislerde yüzebiliyorsunuz. Bu manzaranın sindirilebilmesinin, herkese yeteceği varsayılan dünyanın tüm kaynaklarının insana koşulmasında bir beis görülmemesinin sebebi bağlardan eksik olmak. Domuz ve tilki herkes’e dahil mi? Eve dönüp ıslak buğday saplarını sımsıkı tutuyorum.

Notlar:

Aynı yöntemle Kıbrıs’ta da “sele” yapan bir zaanatkarın öyküsü;
www.northcyprusuk.com/egitim-kultur-sanat-tarih/6-yasinda-sele-yapip-sattim-h4229.html
Hatay’ın Altınözü ilçesinde bu geleneksel sanatı icra eden bir çiftin öyküsü;
https://www.dailymotion.com/video/x5mmk2n
Bir nenenin elinden;
https://www.youtube.com/watch?v=tRmUrKhJJV0

Yukarıya kaydır