suç mahali içinde ak noktalar aramak

Sağlıklı gıdaya nasıl ulaşabilirim, sorusu doğru bir soru mu? Çünkü belki de iyi niyetli parçaların birleşip sağlıklı bir bütünü oluşturamayabildiği başlıklardan biri de, sağlıklı gıda. Yediğimiz, içtiğimiz gıdalardan bedenimize bir fayda sağlamak, iyi, sağlıklı, gücü kuvveti yerinde insanlar/canlılar olarak yaşamaya devam edebilmek arzusundaysak, bir gıdanın nasıl ve hangi koşullarda yetiştirildiğinden/yetiştirdiğimizden, soframıza nasıl ulaştığına, hayatımızda kapladığı yere kadar takip edebileceğimiz bir zincirin halkalarını, ayrı kompartmanlara yerleştirmeden bakabilmemiz gerekiyor.

Kimimiz bu sorunu, eğer tüm besin ihtiyacımızı yetiştirmiyorsak -ki mümkün değil- veya hiç yetiştiremiyorsak, bilgisayar veya cep telefonu ekranlarına gömülerek, sayısız tuşa basarak halletmek zorundayız. Kimimiz eğer civarında kuruluyorsa organik pazarlara gidiyor, kimi gıda topluluklarına üye veya doğal/organik ürünlerin getirildiği satış noktalarına başvuruyor. Bu işin hemen her ay, yaş sebze/meyve alındığında her hafta tekrarlaması gerekliliğini de unutmayalım.

Geri kalanımız içinse x marketinden iyi tarım ürünleri almak, y marketinden iyi veya değil ürün almak, epey geniş bir grubun sadece karnını doyurmasına yönelik “ucuzcu” marketler, köylü pazarları, gıda takviyeleri; vitaminler, mineraller ve benzeri olanaklar var. Olanaklar var ama en azından bazılarımız kendi gemisini yürüten kaptan olmaktan, suç mahali içinde ak noktalar aramaktan hiç memnun değil.

Sağlıklı gıdaya ulaşabilmekle ilgili dile getirilen şüpheci iddialar genelde organik/doğal/temiz vb. tarımının maliyetleri düşünülmeden ortaya atılıyor. Ancak bu maliyeti hesaba katsak dahi ortada cevabı verilememiş sorular var. Örneğin doğadan toplanarak satılan, tarımı yapılmayan, kolay depolanan, geç bozulan yani görece üretim maliyeti düşük bir bir ürün de üzerine organik/doğal etiketini aldığında çok yüksek fiyatlara satılabiliyor. Veya herhangi bir denetim ve sertifikasyon sürecinden geçmediği hâlde organik bir ürün olduğu iddiasıyla pazara sürülen ürünler de pahalı. Şu durumda organik/doğal etiketinin kimi zaman maliyetli/zahmetli bir emek sürecini imlerken, çoğu zaman algı yaratma aracı olarak kullanıldığını düşünebiliriz.

Tüm bunlar alınan ürünün yetiştirilme koşulları sorgulanarak aşılabilir belki ancak dert ettiğim asıl sorun bunlar da değil. Sağlıklı beslenmenin öneminin farkında olup bu maliyetleri karşılayacak güçleri olmayanlar hemen her gün ayrımcılığa maruz kalıyor. Sağlıklı beslenemediklerini biliyor ve bu yükle yaşamaya çalışıyorlar. Yükün ağırlığını belirleyen şey organik/doğal gıda için kullanılan sunum ve pazarlama dili. Aciliyet vurgusu (Sağlık elden gidiyor.), satılan ürün her neyse onu almakla sağlıklı beslenme listesini tamamlamış olacağımız yanılgısı yaratılması, gıdalarımızın görece küçük bir bölümünün sağlıklı olarak nitelenebileceği ve bu toplama daha da küçük bir grubun ulaşabiliyor olduğu gerçeğinin es geçilmesi vb.

Nasıl bugün geçinemiyoruz diyenlere ‘cep telefonunu çıkar’ deniyorsa, sağlıklı gıda alamıyorum diyenlere de ‘sigara içiyor musun’ diye soruluyor. En yaygın söylem sağlıklı gıdaya yapılan yatırımın, bizi hastalıktan, hastane ve ilaç masraflarından koruyacağı. Bilinçli tüketiciler veya bilinçli türeticiler olmamız salık veriliyor. Sağlıklı beslenme imkânı olanların ulaşabileceği bir hizmet değil de isteyen herkesin ulaşabileceği, ulaşamayanların bilinçsiz olduğu diliyle bir nasihat bohçasına dahil ediliyor. Kişinin kendi iyiliğini düşünme yetisi sorgulanıyor, sağlıklı tercihler yapabilme kapasitesinin olmadığı hükmüne varılıyor.

Kuş uçuşu 80 kilometre ötemizde inşaatı süren Nükleer santral kurulursa bir Geiger sayacı edinip sızıntı olduğunda size ânında bildirecek bir cep telefonu uygulaması yaptığımı düşünelim. Ancak aylık 300 veya 500 lira bir üyelik ücreti olduğu için bu bilgilere herkes ulaşamayacak. 300 lira verenlere haftada bir, 500 lira verenlere günlük haber geçeceğim. Hiç kimse ayrıcalıkların bu kadar düşüncesizce sergilendiği bir dile tanık olmamalı değil mi? Gazeteler, dergiler, sosyal medya, ilişkilerimiz sağlıklı beslenme reçeteleri ve öğütleriyle tıka basa doldu. Böyle bir dile hemen her gün maruz kalmanın yaratabileceği yıkımı çok az insan dert ediyor.

Yıkımın görebildiğim sonuçları şunlar;

  • Sağlıklı gıdaya ve üretim yöntemlerine karşı kayıtsızlık,
  • Hayatının değerli olmadığı düşüncesini kanıksamak ve bunun kendine zarar verme eğilimini güçlendirmesi,
  • Kendi beden sağlığına duyduğun güveni yitirmek,
  • Kendini suçlu ve yetersiz hissetmek.

Ne yaparsak yapalım beslenme biçimlerimiz kişisel tercihlerimizin bir sonucu değil. Sofraya giren her ürün politik, üstelik sadece ulusal değil küresel bir politikanın izdüşümü. Bir elma veya toprak belki de hiçbir zaman bu kadar politikanın konusu olmamıştı.

Organik Tarım Araştırma Enstitüsü ve Uluslararası Organik Tarım Hareketleri Federasyonun 2019 verilerini kapsayan raporuna göre (1) organik gıda için yıllık kişi başına en fazla harcama yapan ülke olan Danimarka, 418 dolarla başı çekiyor. Avrupa ülkeleri tüketimde birinci sıralardayken üretimde az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler ilk sıralarda. Hindistan, 1 milyon 366 bini aşkın çiftçi ile dünyada organik ürün üreticisi en fazla olan ülke. Hindistan’da organik gıda için yıllık kişi başına yapılan harcama ise 20 sent. Üretimde 2. ve 3. sıralardaki Etiyopya ve Uganda’da sıfır, 7. sıradaki Türkiye’de 1.2 dolar. (Türkiye 74 bin üreticiyle 7. sırada!) Buradan yola çıkınca Türkiye’de organik gıda üretiminin neredeyse yüzde 90’ının ihracat odaklı olduğu görülüyor. Kişi başına 1.2 dolar harcama yapabildiğimiz düşünülürse şaşırtıcı da değil. İç pazar umut vadetmiyor.

Bu veriler ne anlama geliyor? Hasbelkader Türkiye organik tarıma yelken açsa dahi yıllık harcamalarımızın aynı oranda, hatta belki de hiç artmayacağını görebiliyor musunuz? Buna rağmen niçin birbirimizi yoruyoruz? Ayrımcı/aşağılayıcı/üstenci bir dil kurmadan da organik ürün üretilip satılabilir, satın alınabilir, istenirse nasihat vermek yerine alamayanlarla paylaşılabilir.

Madem çok küçük bir pasta dilimini kimlerin yiyeceğini tartışıyoruz önerim organik/doğal tarımla, organik/doğal ürünü birbirinden ayırmak. Çünkü ilki sadece ürünü üreten/alan insan için değil dünya için de faydalı ve vazgeçilmez, ikincisinden sadece kimileri fayda sağlıyor. Bu fayda ülke içinde de bölüşülemiyor. Görebildiğim kadarıyla Doğa Derneği’nin Yavaş Dükkan‘ı gıda satın alma/satma deneyimini kişisel faydadan daha tatmin edici bir noktaya taşıyarak bu ayrımcı dilin tuzaklarına düşmemeyi becermiş. Dükkandan salt kendi sağlığınız için değil, bir doğa koruma mücadelesine destek olmak, tarım havzalarının yaşayabilmesi için ürün satın alıyorsunuz. Dükkanda ürün satabilmek için tarif edilen ideal süreçlerin işletilip işletilemediğini bilmiyorum. Bunlar benim küçük penceremden görülebilenler. (2)

Mersin’de yeşeren Solinova da bahsetmek istediğim pratiklerden biri. Kadınlar bir araya gelerek üretim yapabilecekleri tarlalar talep ediyorlar. Şehirde kullanılmayan arazilerin belediye tarafından kadınlara tahsis edilmesiyle başlıyor hikâye. Kadınlar için bir geçim modeli yaratıyor, şehirde yaşayan ve bu pratiklere tanık olanlar için gıda üretme süreçleriyle ilişki kurulmasını sağlıyor, var olan beslenme biçimlerine alternatif yaratıyor, aracı ve kargo hizmetlerini ortadan kaldırıyor, tarım zehirleri kullanılmadan üretim yapılıyor. En verimli ova toprakları anlamlı bir uğraşın filizlerini veriyor. (3)

Yeni bir gıda sistemi oluşturma hedefiyle 2012 yılında Avustralya’da kurulan ve dünya genelinde yerel olarak yönetilen, uluslararası bir topluluk olan OFN’ye de üye olan Açık Gıda Ağı, gıda üreticisi olan kişi, topluluk ve kuruluşların bir araya gelmesini sağlamaya çalışan bir platform. %2 gibi küçük katkı payı vererek projeye dahil olabiliyorsunuz. Ürünü değil üretim süreçlerini öne çıkarıyorlar. Geçenlerde çok ilginç bir bilgilendirme notu paylaştılar; “OFN Avrupa toplaşmamızda dikkat çeken ve bizi düşünmeye zorlayan bir detay üzerine konuştuk: Türkiye’de hemen her üreticinin kendine ait bir ‘e-ticaret’ sitesi veya başka deyişle ‘bireysel online satış kanalı’ olduğunu söylediğimizde diğer ülkeler çok şaşırdı ve bu durumun kendi (bizim bazı açılardan gelişmiş diye kabul ettiğimiz) ülkelerinde bile olmadığını söylediler. “ (4)

Son örnekse Bornova Doğal Tarım Merkezi ve Çiftliği. Hor kullanılmış bir arazi Bornova Belediyesi tarafından doğal tarım yapmak isteyen gönüllülere tahsis edildi. Üretilen gıdalar Homeros Gıda Topluluğu tarafından kullanılıyor. Örneklerinin artmasını dilediğim bir üretim biçimi. Şehirdeki insana da kendi gıdasını yetiştirmek için alan açıyor. Ayrıca gıda topluluklarında sıkça gözlemlediğimiz kişileri üretim sürecine katma sorunları da aşılmış oluyor. (Umarım.) Topluluk kendi gıdasını kendi üretiyor. Gıda yetiştirmek dışında atıl bir alanda doğal süreçlerin nasıl işlediği ve gün be gün toprağın nasıl iyileştiği gözlemlenebiliyor. (5)

Besinlerinin niteliğinin başka birçok parametreye bağlı olduğunu, ilişkiler ağı içerisinde pür sağlık gibi bir seçeneğimiz olamayacağını biliyoruz. Küçücük bir toprağı havadan, sudan, rüzgârdan, güneşten, buluttan arındırıp sağlıklı gıda yetiştirebilmemiz mümkün değil. Rüzgârlar, yağmurlar, sular önüne gelen her şeyi taşıyıp zehirliyle zehirsizi birbirine katıyor. Onlar için bizim koyduğumuz daha doğrusu koyamadığımız yapay sınırlar yok. Bir rüzgâr, üzerinden geçtiği termik santralin dumanını, kilometrelerce ötede doğal tarımla uğraşıyor olsanız bile ayağınıza kadar getiriyor. Birtakım siparişler verip dolaplarımızı sağlıklı gıdalarla doldurunca kaçamayacağımız kadar karmaşık bir gerçeğin içinde yaşıyoruz. Sağlıklı gıda; sağlıklı toprak, sağlıklı hava, sağlıklı su, sağlıklı hayvan, sağlıklı tarım işçisi tam tekmil dünyaya tekabül ediyor. Bizim iyiliğimiz ve sağlığımız bu yekûnun iyiliği ve sağlığına sımsıkı bağlı.

Son ürün diliyle konuşmak bu sorunları görmemizi engelliyor. Büyük bir sorunu daha baş edilebilir kılmaya çalışırken tüm çabalar var olanı bypass etmeye, keseye göre sağlık kartelası oluşturmaya harcanmış oluyor. İstese de istemese de, sağlıklı gıdaya ulaşabilenler ve ulaşamayanlar olarak insanları ikiye ayırıyor. Toplumun en fazla temsil gücüne sahip, sesi en çok çıkan, sesini duyurabileceği mecraları olan kesimine bir çözüm sunmuş oluyor. Böylece sağlık hizmetleri, anlayışları, pratikleri de bu çözümü izliyor.

Çaremiz, kemik suyu muymuş, et suyu muymuş, kemikler metal biriktirir, uzun süre kaynatınca suya glutamik asit salarmış. Hayvanın kemiklerinde biriken metal bizim kemiklerimizde de birikmiyor mu peki? Bu metalden sorumlu bakan kim? Vitamin c, çinko, kolajen, lactobacillus kasei, kalsiyum, Beta-glukan imiş her şeyin çaresi. Diyelim yuttuk çinko hapını, bedenimizde nereye gitmesi ve ne yapması gerektiğini gösterecek yol işaretleri yoksa ne oluyor? Biliyor mu doğru adresi?

Düşünce gücüyle kendini iyileştirebilir miymişsin? Aslında “düşünce gücü” kelimesi bile ne kadar sarih. Bir güçtür düşünce. Diğer güçler gibi çeşitli sebeplerle bazılarımızda daha çok toplanma, bazılarımıza ise pek uğramama eğilimi gösterir.

Bu ve benzeri öneriler beden sağlığını sağlama ve koruma işini de tamamen kişinin omuzlarına yıkar. Oysa biz de bedenimiz; yediğimiz gıdalar, soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yaşadığımız yer üzerinde söz sahibi olabileceğimiz bir hayat istiyoruz. Bu başlıklarda hiçbir yetki paylaşımı yapılmamasına rağmen uğranılan zararın faturası kişiye kesiliyor. Daha kötüsü bir hastalığa yakalanmak suç hâline geliyor. Yalnız yürüdüğümüz bu yol da, bir gıdanın her atomunun ince ince tahlili ve anlaşılmasından, son yapılan araştırmalardan, çoğu kez pahalı tedavi yöntemlerinden, iyi bildiğinin kötü olduğu, aslında doğrusunun öyle değil böyle olduğunun yeniden ve yeniden keşfedilmesinden geçmek zorunda.

Doğrudur, kendimizi iyileştirebilme, daha iyi kılabilme kapasitemiz var. Zaten placebo sınıfına giren tüm ilaçların yaptığı da bu mekanizmayı çalıştırabilmek. Ama başka yollar düşünmek, bunları hayata geçirmek için rol kapmak da aynı etkiyi yapabilir;

  • Sağlıklı beslenmeyi bir ayrıcalık değil hak olarak kurgulamak,
  • Tüm muhatapları gıda üretim süreçlerine dahil edebilecek yollar tasarlamak,
  • Yeni ayrımlara yol açmayan bir dil oluşturabilmek,
  • Sağlıklı besin vurgusundan çok sağlıklı ilişki vurgusu yapabilmek,
  • Son ürün yerine ilişkilerin önem kazandığı ağlar oluşturmak, bu ağlara dahil olmak,
  • Son ürün yerine üretim süreçlerini ve süreçlerdeki rollerimizi görünür kılmak.

Bazı konular üzerine düşünürken öfke ateşinin her yanımı kaplamasına direnemiyorum. Sağlıklı beslenme gibi tarım emeği de bu konulardan biri. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın romanında, baba kızına hayatı anlatmaya çalışır; “…hayatın içine zurnalar, cıgaralar, buzdolabının tık tıkları, şu ses nedir, öğlende çaldığı gıygıyları Orhan Boran’ın, böbrek sancıları, tuzla içmeleri, düğünler, üseralar…(girer)”. Özellikle gençken, bazen de ömür boyu, insan hayatın bunlar olabileceğini kabul etmeye direniyor. Daha kutlu, daha büyük, daha anlamlı, daha heyecanlı bir şeyler bekliyor hayattan. Anlamın hayatın gündeliğine, rutinine sığamayacağını düşünüyor.

Hayatlarımız üzerinde çoğu kez söz sahibi olamıyoruz ama hiç bu küçümsemelerin payı yok mu, geldiğimiz yerde? Domates yetiştirmek, yetiştirmeyi öğrenmek, toplamak, sulamak, kurutmak, tohumunu almak, önemli bir insan olmaya yaramıyor, kariyer de yapamıyorsunuz. Niteliksiz, gündelik, mevsimlik, rutin bir iş olarak görülüyor. Mesela organik/doğal gıdaları yetiştirenler, derenler, değerlendirenler bu ürünleri yiyemedikleri gibi üretim süreçlerinin bir parçası olarak da görülmüyorlar.

Gün geliyor ekiciliğin en nitelilikli iş olduğu, ne fazla ne eksik; toprağa basmak, kabak ekmek, domates toplamak, minicik bir çiçeği koklamak, yemek yapmak, keyifle yemek, sağlıklı olabilmek, başının üzerine bombalar düşmeden oturabilmek, ağaca sarılmak olduğu, olabileceği akla geliyor. Ne güzel olacağı, ne iyi olacağı, ne mühim olacağı akla geliyor sonra. En mühim şey buymuş, geri kalanı hikâyeymiş gibi geliyor. Gibi mi geliyor, yok canım eminim böyle olduğundan. Hayatın ilkbahar güneşinin vurduğu bir badem ağacı olduğuna bahse bile girebilirim.

Not: Örnek verdiğim kurum ve kuruluşlarla hiçbir alışveriş ilişkim yok. Bunlar kurumlara yönelik değil de böyle veya benzer deneyimlerin yaratabileceği algıya/dönüşüme dair örneklerdir.

(1) https://www.bloomberght.com/yorum/irfan-donat/2275009-organik-pazarin-buyuklugu-129-milyar-dolari-asti
(2) https://yavasdukkan.net/tr
(3) https://www.instagram.com/solinova_
(4) https://www.acikgida.com
(5) https://www.facebook.com/BornovaDTM

Yukarıya kaydır