kelime bulutları

İlk defa bir mekânda 4. seneye giriyoruz. Ama burası na-mekân sayılır. 4 sene önce bugün ilk gecemizi geçirdik, Gavur Hayatı’nda. Bu bir yıldönümü yazısı. Başımda dolanan kelime bulutlarının birazı yağmak istedi, hem yağanları derledim, hem yağmayanları yağdım. Üstelik bahar gelmiş, göbek deliğim sızlıyor. Bu sızının anlamı çok, anlamı pek. Aynı sızıyı çekenler bilir.  Dünyayla ilgili bir sızı bu, ona göbeğinden bağlı olmakla.

Dünya: Bir yaprağın basit güzelliğini, bir çiçeğin aklımızdaki çiçeklere yürüyüşünü göremeyecek olanları, yani bizden sonra gelecekleri ve bizim de tanık olacaklarımızı konuştuğumuz bir dönemden geçerken “Dünya” kelimesi bir dilek, bir dua oluyor. Yatıp kalkıp ediyorum duamı; “Yuvam, ekmeğim, iki gözüm, sevdiceğim” diye başlıyor.

Mekân: “Gavur hayatı” haritalarda bulunmayan, köylünün hafızasında yer alan bir isim. Yerleştiğimiz yerde bizden önce yaşayanlar, kendilerinden önce yaşayan “gavurların” yıkılmış “hayatı” üzerine kurmuşlar evlerini. Eve “hayat” denir. Hayat içinde hayat veya dünya içinde dünya olması durumudur. Bu haliyle de hem isabetli hem de anlamlı bir isimdir. Bize hayatın hep dışarıda, gündelik yapıp etmelerimizden daha soylu bir uğraş olduğu öğretildi. Mesela çamaşır yıkamak, odun kırmak, yemek, temizlik yapmak hayat değildir. Hayattan çalmaktır. Dolayısıyla imkânımız varsa bunları bizim yerimize yapacak makineler, hizmetliler gereklidir. O imkânı oluşturmak, o imkânı elde etmek “soylu” kılınır. İmkân da gündeliğin dışında, dışarıdadır. Bu anlamda hayatın itibarını iade eder, yuvaya, çitin içine “hayat” demek. Hayat budur çünkü. Bundan gayrı bir hayat arayışı sebebiyledir, bugün her birimizin ödemek zorunda kaldığı ağır fatura.

Anlaşılan kendisini bu bölgenin yerlisi hissetme hakkı olduğunu düşünenler buralarda yaşarken, bu tepenin başında bir “gavur” oturuyormuş. Veya bırakıp gittiği yurduna bakıp burayı yapsa yapsa “gavur” yapmıştır demişler, bilemiyorum. Gavur, küfür olarak kullanılan bir kelime. Kafir, dinsiz anlamlarına geldiği gibi, Zerdüşt dinine mensup ateşperestlere denirmiş aynı zamanda. Yani her halükarda “yabancı” addedilene. Her ne kadar kendimizi yerlisi gibi hissetsek de buranın yerlisine göre gavur sayılır veya gerektiğinde “gavur” ilan ediliveririz.

Bozburun’da deniliyor ama o buradaki varoluşumuzu kucaklamıyor. Dağın biçimiyle, toprağın rengiyle ilgili bir isimlendirme Bozburun, üzerinde süren hayatla ilgili değil.

Yuva: Duvarın bir bölümünün “gavurlar” tarafından örüldüğü belli. Nizami, boşluksuz, iyi bir taş işçiliği. Taşlar biçimlerine göre birbirini öpecek şekilde dizilmiş. Bu güzel terim, taşın iki yüzünü uyumlu bir şekilde birleştirmek anlamında kullanılıyor. Onun üzerine devam edilen bölüm ise boşlukların küçük taşlarla kapatılmaya çalışıldığı yığma duvar. Dağ bayır gezerken, yerleşik olunca kendine iş aramış acemi, yörüklerin yaptığı. Duvarlar göbek yapmış, ama iş görüyor. İlk gördüğümüzde korkmuştuk, ya yıkılırsa diye. “Bizim evlerimiz de böyle, oturmuştur artık” dediler. Göbekli ev, Göbekli tepe’yi çağırıp, halleşiyor.

Biz de acemi işçiler olarak yıkılmış olanı onarırken yörükleri taklit ettik. Koca koca taşları birbirine öptürmek bizi aştı. Taşlar birbiriyle kucaklaşamadı ama birbirine ilişti. Aradaki boşluklardan maviş otlar, dam korukları fışkırıyor.

Na-mekân: Yabanda yaşamak bir mekansızlık duygusu veriyor insana. Eşikler gökyüzüne ve yeryüzüne açılıyor. En yakın komşun bitkiler ve hayvanlar, dağ ve taş. Görüşünü bölen bir beton duvar, elektrik telleri yok.

Akrep: Akdenize taşındığımızda kendimize yuva kuracak bir dal ararken “Feke”yi gözüme kestirmiştim. Feke’li biriyle tanışıp ondan akrep, yılan hikayeleri dinleyene kadar. O kadar çok akrep ve yılan varmış ki insanlar cibinlikle uyurmuş. “Yok” dedim, “bu kadar temkinli bir yaşama alışamam.” Sonra gelip buraya baktık, sevdik, yerleştik. O kadar çok akrep ve yılan var ki cibinlikle yatıyoruz. O mesafelenme veya korku gidip görerek aşılıyor. Bir kere görmeyle değil, elleşmeyle, koklaşmayla. Elbette temkinliyiz ama onlar bize zarar verecek diye değil biz onlara zarar vermeyelim diye.

Ses: Burası sessiz değil, kimsesiz değil. Sesle dolu, in topu atıyor, cin tutuyor. Kulağın duyduğu yaş almış ağaçların tepelerinde esen rüzgârın sesi. O sese eşlik eden yaz, kış kuşları, tilki, domuz, gelincik, sansar, oklu kirpi. Hele de poyraz ve karayel eserken kendi sesini bile duymak mümkün olmuyor. Ama bu ses kulağı acıtmıyor, en fazla sarhoş ediyor insanı. Ses sarhoşu. Bu seslere alıştıkça şehrin seslerine dayanamıyor insan. Bugün sarhoşum, 3 gündür esiyor rüzgâr. Gözümün önünde saçları hiç omuzlarına inmeyen bir kadın duruyor.

Taş: Taşı toprağa çevirip, ağaçlarına ekmek ediyor insanlar. Toprak az, toprak taşlı. Hiç bu kadar taşlı toprak görmemiştim. Önce garipsiyoruz, “atlanacak ne çok taş var”. “Yok”, diyorlar, aman küçük taşları atlamayın, onlar hem suyu tutar hem de toprağın akıp gitmesini önler.” Bu sene toprak dama taşlı toprak aktaracağız, eleyip attığımız toprağın çoğu aktı gitti.

Bitkiler: Dağın oyuklarında, açık alanlarda, kaya lapyalarında, yükseklik farklarıyla değişen, oluşan, birleşen, ayrılan bitki toplulukları. Ova işlenmiş ve zehirli. Buncasını orada görmüyordum. Sümbül düzlüğe konmaz, bir dağa konar. Buradan henüz kovulmamış gavurlar gibi dünyaya çiçek açtırıyorlar. Silifke’nin insan nüfusunda olmayan ama bitki nüfusunda olan bu çeşitliliğe bakınca imkân diye nitelendirilmeyi hak edenin ne olduğu daha iyi kavrıyorum. Dağın bu yüzü giderek yeşilleniyor. Sadece ektiğimiz değil, kuşların, rüzgarın ektiğiyle. Alıç tohumları çimlensin diye beklerken bir pıynar meşesi yığınında alıç buluyorum. Habersiz büyüyenler daha değerli. Yalnız emekle değil kendi haline bırakarak da yeşeriyor dünya. Kendi hali nedir, dünyanın? O gündelikte saklı. Olan, bitende. Hayat’ın içinde, neyin nasıl devindiğiyle ilgili. Bir kuş uçuyor, bir örümcek avını yakalıyor, bir yosun gölgede serinletiyor dünyayı, insan şurada tohum ekiyor, yiyeceği yemişin hayalinde. Bu kadar. Yetmez mi?

Zahmet: Bu bulut başımdan hiç çekilmedi. Kimi zaman biz de, bize zaman kazandıracak olanların, zahmetsiz olanların peşine düşüyoruz. Bisiklete bağlı bir çamaşır makinemiz var ama neden elektriklisi olmasın? Çamaşır yıkamak kolaylaşacaktır o zaman. Pedal çevirmeye harcanan zaman çok daha değerli bir iş için (?) harcanabilir. Bir dizi akıl yürütme izliyor bu düşünceleri. Zahmetin hayatımıza ne kattığı ve konforun ne aldığı üzerine düşünmek de yetmiyor. Ne beklediğin, ne istediğin belirliyor verdiğin cevapları. “Daha değerli işler” tuzağına düşmemek çok zor. Hayat, hayattan kovulur ve içeride de dışarıda da görünmez olurken zahmetle kurabiliyorum anlamı yeniden. Değiş tokuş etmeye çalıştığının zaman değil kendi hayatın olduğunu ve bu hayatın kirli çorapları yıkamayı da içerdiğini, hem de ne güzel içerdiğini anlamak. Çamaşır makinesini çalıştırırken şarkı söylenmemesi, ama çamaşırı elde yıkarken veya onun için pedal çevirirken şarkı söylenmesi üzerine uzun uzun düşünmek sonra.

Tohum: Bir tohumun patlamasını beklemek, her gün toprağı kolaçan etmek, neredesin diye sormak. Ektiğinle birlikte doğmaya karar vermiş olan yaban otlarından onu ayırt etmek, tanımak. Görünce de özlediğin bir arkadaşına sarılır gibi sarılmak. Bu karşılaşma anında o minicik yaprakların kımıldayıp belki bir milim daha büyüdüklerini hissediyorum. Sevildiğini, yolunun gözlendiğini bilmenin dikliğini ediniyorlar.

Hikâye: İnsan kalabalıkları hikâyeleri kovuyor ama onları kovuldukları yere kadar izlemek mümkün. Rüzgâr kuşların şarkılarını alıp götürüyor kulaklarımdan. Şehirdeki çocuklara bırakıyordur, takip edecekleri bir iz gibi.

Sümbül: Sonra kayaların üzerinde bir sümbül görüyorum. Oraya çıkamam belli ama “çıkamam” demiyorum kendime. Sumaklar ve eşek baldıranlarıyla dolu bir yamacı aşıp sümbülün kayasının dibinde bitiyorum. Bakıyorum aşağıdan güzelliğine. Kaya olsam sümbül mü büyütsem.

Yosun: Bugün gökyüzüne yaklaştım. Sandalyenin üzerine çıkıp göğüne bakan bir çocuk kadar. Ladinler ve ardıçların yanına bahar yeni yaklaşıyor. Bitkiler değişti, kuşlar değişti, hava değişti ama şükran duygusu hep yanımdaydı. Kaya olsam yosun tutsam mı, dedim.

Su kaynağı: Bizim de suyumuzun geldiği Aksıfat kaynağının %70’i bu borularla 50 kilometre yol katedip Erdemli’ye gidiyor. Kalan %30 köylere dağıtılıyor. En azından eline gıdım su geçen köylünün ezberi bu. Suyun taşındığı boruları görüyorum. Derenin sesi geliyor. Bir hayalin sesinde yürüyorum ben de.

Bitki dili: Gel diyorlar, gel, burada sana da yer var.

Bahar: “Ormanların gümbürtüsü”yle başlayan bir türkü var ya, bir gün çok dinlediğim ama duymadığım bu türküyü duyuverdim. Sevdiğim bir arkadaşın sevdiği bir türküymüş. O sevmişti ya, ben de can kulağıyla dinledim. Duydum ya, tekrar tekrar dinledim, tekrar tekrar duydum. Tek bir söz insanı nereye kadar götürebilir, oraya kadar gittim. “Ormanların gümbürtüsü başıma vurur” deniyor türküde, ormanların gümbürtüsü başıma vurdu ve vurur vurmaz da sustu. Orada durdum, senelerce durabilirdim. Çünkü bir uyanıştı onunla karşılaşma. “Dünyanın gürültüsü sessizlikler üzerine kurulu” diyordu Zeldin. Orman onu dinleyince susmuştu. Bahar ilan etti ya kendini, bu söz de geldi, her bahar gelir. Kuşlar her zamankinden çok konuşmaya başladığında, toprak yağmurla karardığında, güneş dünyanın bir yarısını yumuşatmak için düştüğünde, sözcükler yeryüzüne özendiğinde, yürümek isteği, yürümek; tok nefeslerle, bir nehri karşılar gibi, gelip başa konduğunda.

Kuş: Dünyası kokulardan, ağaçlardan, otlardan, kayalardan, bulutlardan, kımıltılardan olan kuş. Önce taşa, sonra ağaca, sonra ardındaki yağmura kondu kuş. “Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir.” demiş ya Can Yücel.

Kap: Doğada insanı tek kaba akıtan bir büyü var. Her şeyin birleştiği, aynı şarkının ezgilerini mırıldandığı bir şenlik sürüyor bu kapta. Şu çimleri başımın altına yastık edip uyuyabilirim. Sonra kalkar, kaldığım yerden devam ederim filizleri tırtıklamaya. Tohumlar patlar, dallar uzar, çiçekler salınır, arılar vızz, vızzz, kelebekler konar, üzerimden bir domuz geçer basmadan ama ne olduğumu koklayarak, yapraklar dökülür ve yeniden.

Koku: “Evliya Çelebi çiçekleri çok sever. Bildiği çiçek adları kısıtlıdır ve hemen hemen hepsi gösterişli ve kokulu bitkilerdir: reyhan, fesleğen. lale, sümbül, tutya, menekşe, gül, mersin, zambak, müşk-i rumi, zerrin, karanfil gibi. Kendi tabiriyle, bunların dimağı kokulandırdığını yazar” (1)

Ormanından edilmiş bir kızılçam: Mesela şu Kızılçam, tek başına büyümeyi bilmiyor. Dağda tek başına bir ardıç görebilirsiniz, ama bir kızılçama rastlamanız zordur. Eğer bir yerlerde duruyorsa tek başına, ormanından edilmiştir.

Kesilmiş ulu çamların kökleri onu beslemeye devam etmese kırıldım kırılacağım diyor. Kolay değil poyraza tek başına göğüs germek. 30’a yakın arkadaşının bir günde, bir poyrazda devriliverdiğini gördü. Bilse böyle olacağını böyle incecik gövdesi, nazlı dallarıyla kalmazdı. Düne kadar yanında yöresinde durup onu kollayan, gövdesine sarılsanız ellerinizin kavuşamayacağı ağaçlar vardı. Rüzgârkıranlardı, paylaşanlardı, korunaklardı, dostlardı. Ormanını keresteye sürdüler.

Eğimli bir tepenin düzünde duruyor şimdi. Bir anlamada, bir dinlemede, bir susta bekliyor. Gencecikliğiyle, ip gibiliğiyle, ardından gelen parmak kadar fidelere yol gösterecek. Belki maymunçıkmaz ağacı gibi gövdesinde dikenler büyütecek, belki ardıç gibi yaşamanın bir başına yollarını öğrenecek, tadı acıyacak, gavlağı yenmez olacak. Yine de kuşa, böceğe, insana güneşlik edecek. Rüzgâr onu kırmadan es geçerse, deli dolu bir yağmur önüne katıp bu eğimin toprağını kuru dereye indirmede sakin kalırsa, baharı bu kez gördü, daha da görecek.

Bekçilik: Bir çiçeğin kayaya vuruşunu, rüzgarın kurumuş otlara değişini, kelebeğin alçalıp yükselerek kendine bir kuytu arayışını, tohumun üzerindeki taşı, toprağı kaldırarak patlayışını, güneşin her bir yaprakçığa ayrı düşüşünü, çiçeğin tohuma dururken kendinden bile güzel duruşunu, her birini teker teker defalarca başka söyleyiş ve düşünüşlerle dile getirmek. Yani onlara bekçilik etmek. Bir masa, kapkacak, meyveye gelen zam, oturduğumuz yuva, giyeceğimiz göynek, kullandığımız bir cep telefonu uygulaması, önümüzdeki seçim, kimin adamının kim olduğunu susmak. Bunları konuşmak; yaprağın gövdeye düşürdüğü gölgeye, ertesi sene aynı yerde bitip bitmeyeceğine, hangi yükseği sevdiğine, hangi toprakta gül açtığına kadar. Bir ormandan geçerken, “ağaç işte”, bir taştan geçerken “taş işte” diye düşünmeden. Hikayelerini anlatarak, çoğaltarak, dinleyerek. Dilimizi onlarla karmak, hayatımızın oyuklarında bir kayanın yapmayı becerebildiği gibi onlara yer vermek, saksılık etmek.

Kökleri besleyenler: Bir Müslüman inancına göre diyor, Borges; “Allah yeryüzünü yarattı, ama yeryüzünün temeli yoktu, yeryüzünün altına bir melek koydu. Ama mele­ğin temeli yoktu, meleğin ayakları altına bir yakut ka­yası koydu. Ama kayanın temeli yoktu, kayanın altına dört bin gözü, kulağı, burun deliği, ağzı, dili ve ayağı olan bir boğa koydu. Ama boğanın temeli yoktu, bo­ğanın altına Bahamut adında bir balık koydu ve balı­ğın altına su, suyun altına karanlık koydu ve bunun ötesine insan aklı ermedi.”(2)

Bazı inanışlar düşleri besliyor. Yeryüzünün katmanları diye düşlüyorum bunu. Bitkinin emdikleri, köklerine ulaşanlar onu besleyenler ve sonra da bizi; akıl ermeyenden, karanlıktan, sudan, balıktan, boğadan, kayadan ve melekten mürekkep olanlar.

Görünüş: Anlatacak o kadar çok bitki var ki, bazen dilim kuruyor. Sözler suyu çekilmiş nehirlere benziyor. Sonra okuyup diyorum ki haksızlık etmişim O’na. Her birini görmemle birlikte bana çarpan yeli, dile dökmeyi öğreniyorum bir yandan. Bitkinin dalı, çiçeği, tohumu, bunu herkes görebilir, öğrenebilir. Bunların dile gelmesine bile gerek yok belki. Ama o hülyalı görünüş, her birimize ayrı parlayan. İlk aklımızın içimize ektiği, yeşermek için ışık arayan, su arayan tohum gibi.

Meyve: “Ağaçlardaki rüzgârla ve sularla kayıp giden rüzgârla gelen üç kişiyle, suyla gelen üç kişi, meyvelerin iyilerini kötülerinden ayırmaksızın açlıklarını gideriyorlardı. Çünkü ilk insanlara akıl, meyvelerin kötüsü olmadığını anlasınlar diye verilmişti. Meyveler yetiştikleri ağaca göre, ister ekşi, ister tatlı, hepsi de toprağın kanını taşıyordu.” (3)

Bir rüya: İstanbul’da son oturduğumuz ev çok küçüktü. Bize yetiyordu ama bir dostumuz yatıya geldiğinde ona verebildiğimiz tek oda penceresiz, tabuttan hallice bir karanlık dehlizdi. Pencere Akdeniz ülkelerinde ortaya çıkmışsa da cam yaygınlaşmadan önce evler penceresizdi. Evlerde baca, dünlük, peçe, yuf deliği denilen oynak ahşap kaplamalarla örtülen delikler vardı.* Pencereler o kadar önemli ki karanlık bir tünelden başka hiçbir şey göremeyeceğimiz halde metrolara bile konuluyor. Bu haliyle insana içeride kalmak için güç veren, dünyaya açıldığı hissini yaratan bir yanılsama. Evlerin penceresiz olduğu zamanlarda hayat evde değil dışarıda akıyordu. Tamamıyla içeriye kapatılmış bir hayat için pencereler olmazsa olmazdı belki de.

Dün rüyamda yine bu küçük eve konuk oldum. Daha önce dikkatimi çekmeyen, kapıya da benzemeyen ahşap bir paravanı ittiğimde bir oda daha olduğunu fark ediyorum. Her tarafı pencerelerle dolu ve pencereden giren ışık gözlerimi kamaştırıyor. Odanın bir köşesinde de hiçbir şeylere benzetemediğim ama soğanlı olduğunu tahmin ettiğim bir bitki duruyor. Bembeyaz kocaman çiçeklerinin ortasında bir dizi siyah kuş tüyü var. Pencereler olsa da o burada yaşamamalı deyip köklerini kazmaya başlıyorum. Kavun gibi büyücek bir soğan çıkıyor ortaya. Tam çıkaracakken yaralıyorum soğanı. Kabuğu parçalanıyor, içinden aynı kavun tohumuna benzer çekirdeklerle dolu akışkan bir sıvı dökülüyor. Durduramıyorum bu akışı. Derken avuçladığım çekirdeklerle uyandım.

Menevşe: Menevşe açtığında dağ safi menevşe kokar. Ne güzeldir o koku; gece herkes uyurken mırıl mırıl bir sesle anlatılan masallar gibi. Dağa mantar toplamaya gelenler olduğu gibi menevşe koklamaya gelenler de olur. Onlar misafirlerin en nadiri ama en güzelidir.

Kuzu Göbeği Mantarı: Çanakkale’nin ormanlarında toplamaya çıkmıştım arkadaşlarımla. Daha ilk sefer, ilk siftah, o da olursa. Olmadı elbette. İki kadının peşinde seğirtip durdum tüm ormanı. Dik yamaçlarda yürüyüp, dağ başlarına tırmanıp, orman çiğinde ıslanıp fistanımızı soyup ateş yakmıştık da o zaman anladım, kuzu göbeği bana görünmese de olur; bir orman açıklığında ateş yaktık ya, çıkardık ya üzerimizden çıkarılabilecek ne varsa, ellerimizi ateşe tutup oturduk ya etrafına. Belki bu da “soyunmaktan başka bir şey dilemeyen kadınların” masalıydı.

Hayvanların şarkıları: Yaşlı ağaç meşcerelerinin bulunduğu yerlerde hayvanların şarkıları, kokuları, izleri var. İnsanın ayak seslerini duyunca susan, seslerin uzaklaşmasıyla birlikte tekrar başlayan şarkılar.

“Tam pes edip aramaya son verecekken, şarkı yeniden başladı, ses bi­raz ötesinden geliyordu. Yine ardına düştü ve yaratık yine şarkısını kesip kaçtı. (…) Müziğin en yüksek nâğmelerinden birinde usul usul yaklaştı ve nihayet çiçekli dalların arasından si­yah bir şey gördü. Yaratık sustuğunda put gibi durup, yeniden şarkısına başladığında büyük bir dikkatle iler­leyerek yaklaşık on dakika sinsi sinsi izledi. İşte şimdi tam karşısında duruyordu, gözlendiğinden habersiz şarkısını söylüyordu. (…) Perelandra’da in­sandan korkuyormuş gibi görünen ilk yaratıktı bu. Oysa onunkisi korku değildi. Ransom seslenince so­kuldu. Kadife burnunu avucuna koydu ve dokunma­sına ses çıkarmadı; ama neredeyse aynı anda geri çe­kildi, uzun boynunu eğerek kafasını tabanlarının arasına aldı. Ransom daha ileri gidemedi ve sonunda yaratık uzaklaşıp gözden kaybolunca onu takip de etmedi. Yoksa onu izlemek hayvanın tayşansı ürkekliği­ne, ağaçların birbirine iyice sokulduğu bu kimsesiz or­manın göbeğinde hep bir ses, yalnızca bir ses olarak kalmak istediğini açıkça dile getiren o uysal ve yumu­şak bakışına haksızlık olurdu. Ransom yoluna devam etti, birkaç saniye sonra, şarkı yine yükseliverdi, önce­kinden daha gür, daha içtendi; sanki tekrar kavuştuğu mahremiyetinin sevinciyle bir şükran türküsü yakı­yordu.” (4)

Bir gün: Düşünsenize bir çiçeğe gömülmüşsünüz, nektarından, poleninden artık ne varsa hapur hupur götürüyorsunuz ve yahut o çiçeğe sevdalı bir başka böceği yiyeceğim diye bekleşiyorsunuz, olmadı, rüzgâr esiyormuş konaklayacak bir yere ihtiyacınız varmış kanatlarınızı dinlendirebilmek için veya güneş o kadar yakıyormuş ki çiçeğin iki yaprağını kendinize siper etmiş günün batmasını bekliyormuşsunuz. Böyle geçer yabanda bir gün.

İnsan: “Na yapan”, “Heç, sen na yapan?, “Heç”

1) Türkiye’de Botanik Tarihi Araştırmaları – Asuman Baytop
2) Düşsel Varlıklar Kitabı, Jorge Luis Borges, Çeviren: Bora Komçez, Mitos Yayınları
3) “Yanardağın Efsanesi” – Guatemala Efsaneleri, Miguel Angel Asturias, Yordam Edebiyat, 2016
4) “Perelandra Venüs’e Yolculuk”, Clive Staples Lewis, Aktaran: J. L. Borges, Düşsel Varlıklar Kitabı

Yukarıya kaydır